Edep; 

Konuştuğun zaman diIini, yaInız kaldığın zaman kalbini, dışarıya çıktığın zaman gözünü korumaktır. 

  • OF’un Tarihi

    Of, XIX. yüzyılda ortaya çıkmış bir sahil kasabasıdır. Bölge tarih boyunca pek çok devletin hâkimiyeti altında kalmıştır. Aynı şekilde yörede çeşitli toplulukların yaşadığına dair izler mevcuttur. Ancak bu gelişmeler hep çevredeki sahada olmuştur. Bugünkü Of’un olduğu yerde XIX. yüzyıla kadar bir yerleşim yeri yoktur. Daha önce Solaklı deresinin denize ulaştığı yerdeki Moroz iskelesi etrafındaki ticaret merkezinden ibaret olan bu yörede XVIII. yüzyılda cami yapılması ile yoğunluk artmaya başlamıştır. Çevredeki köylerden bir gün önceden Cuma namazı kılmak için gelen ahali alışverişini yaptıktan sonra Pazar günü geri dönmekteydi. Bu da onların barınabileceği yer ihtiyacını ortaya çıkardı. Böylece Of kasabasının oluşumu başladı. İskelenin yanı sıra pazar ve mahkeme kurulmasıyla idare yeri haline gelen Of, Osmanlı fethinden sonra özellikle Karamanoğlu, Dulkadiroğlu ve Akkoyunlu hâkimiyetindeki bölgelerden gelen Türkmen unsurlarla kısa sürede İslamlaşmaya başladı. Gürcistan’dan göç eden Kıpçak toplulukları da bölgedeki Türk nüfusu güçlendirdi. Bu gelişmeler sonucunda küçük bir azınlık haline gelen Rum Ortodoksların son temsilcileri mübadeleyle bölgeden ayrılınca, Of’un bugünkü nüfus yapısı ortaya çıkmış oldu.  

    Tarih, geçmişte yaşanmış olanları aslına en yakın bir biçimde aktarma ilmidir. Geçmişte olup bitmiş hadiseleri aydınlatmaya çalışan tarihçi, başta millî ve dinî hisler olmak üzere meseleye objektif yaklaşmasını engelleyen bütün kişisel özelliklerinden arınmaya çalışır. Onun bu işte ne kadar başarılı olduğu, görüşlerini dayandırdığı bilgi ve belgelerle yakından alakalıdır. Tarihi bir inanç sahası olmaktan çıkarmaya gayret eden bütün tarihçiler elde ettikleri bilgi ve belgeleri büyük bir titizlik içerisinde değerlendirdikten sonra takdim eder. Çalışmanın sonunda ortaya çıkan üründe, bazı şeyleri görmezlikten gelme gibi bir hakkı kendinde görmeyen, bazı şeylerin üzerini örterek geçmişte yaşananları kendince kurgulamayan ve bir zamanlar olup bitmiş şeyleri kendince tevil etmeye çalışmayan bir emek varsa önemli bir iş başarılmış demektir. Meseleye bu açıdan bakabilmek tarihî gerçekleri görebilmek için büyük önem taşır. 

    Sisler Altındaki Karadeniz Tarihi

    1827’de J. P. Fallmerayer’in Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi adlı eseri[1]yayımlandığı andan itibaren Karadeniz tarihi yazımında önemli bir gelenek başlamıştır. Aynı zamanda bölge hakkındaki ilk önemli müstakil çalışma vasfına sahip bu çalışmayla birlikte dünya, Karadeniz bölgesinin medeniyet tarihinin Yunanlılarla birlikte başladığını öğrenmeye başlamıştı. Aynı şekilde Karadeniz kıyılarının etnik tarihinde de Yunanlılardan önceki topluluklar kıymete değecek bir iz bırakamamıştı. Bölgede Yunanlılık o derecede köklüydü ki Osmanlılar XV. yüzyılın ortalarında yöreyi ele geçirene kadar hâkim kültür Yunan kültürüydü. J. P. Fallmerayer’in ortaya koyduğu bu esaslar G. Finlay, W. Miller ve A. Bryer gibi bölgeyle ilgili mühim çalışmalara imza atmış bilim adamları olmak üzere kendisinden sonra gelen tarihçiler tarafından o kadar tekrarlandı ki Karadeniz tarihiyle ilgili olarak başvuru eseri mahiyetindeki eserlerin tamamı aynı ana fikir etrafında şekillenmekteydi. Haliyle Türkiye ve dünyada Karadeniz bölgesinin tarihine ait değerlendirmeler de bu bakış açısından esinlenmekteydi. Bugüne kadar yeterince sorgulanmayan bu bakış açısı kamuoyunda hurafe haline dönüşmüş pek çok bilgiyi Karadeniz tarihinin bir parçası haline getirmiştir. “Karadeniz bölgesinin ilk yerleşimcileri Yunanlılar mıydı?”, “Bölgedeki yer isimleri Yunanca mı?”, “Türkler Karadeniz bölgesine ne zaman yerleşmeye başladı?”, “Karadeniz bölgesinin kültür dokusunu nasıl tarif etmek gerekir?” gibi pek soru günümüze kadar başta tarihçiler olmak üzere pek çok sosyal bilimcinin cevabını aradığı sorular olarak günümüze kadar tartışılagelmiştir. Bununla birlikte 1827’den 1940’lı yıllara kadar Karadeniz tarihi yazarlarının büyük ölçüde batılı bilim adamları olması, meselelerin onların seçtiği kaynaklar gözüyle aydınlanmasına sebep olmuştur.[2] Haliyle dünyadaki Karadeniz tarihiyle ilgili algılamalar da onların sınırlarını belirlediği ölçüde ortaya çıkmıştır. Of tarihi de bu tartışmaların etrafında yazılırken, yazılanların pek çoğu yukarıdaki algının bir sonucu olarak refleks halinde tekrarlanan sözlerle sınırlıdır. Ancak 1827’den günümüze Karadeniz tarihi hakkında bulunan belge ve bilgilerden hem Fallmerayer’in çalışmasında hem de akabinde hazırlanan incelemelerde ortaya çıkan tarih görüşünün büyük ölçüde düzeltilmesi gerektiği anlaşılmıştır.

    Karadeniz tarihinin ve dolayısıyla Of tarihinin ilk kısmı spekülasyona çok açık bir dönemdir. Bu devirle ilgili kaynaklarda anlaşılması ya da tanımlanması güç pek çok bilgiye rastlamak mümkündür. İlkçağ tarihçilerinin pek çoğunda rastlanan gerçeklerle mitolojinin birbirine karışması halini bölgeyle ilgili bilgilerin önemli kısmında görmek mümkündür. Aynı şekilde pek çok kaynakta yer alan muğlâk ifadeler sebebiyle herkes kendi penceresinden meselelere yaklaşmaya çalışınca tam bir bilgi kirliliği ve yorum farklılığı ortaya çıkabilmektedir. Bu puslu atmosfer altında gerçeklere ulaşmak çok çaba gerektiren bir iştir. Of tarihiyle ilgili hazırlanmış eserler içerisinde ticari maksatlarla hazırlanmış olanların ve bilimsel kılıklı propaganda kitaplarının küçümsenmeyecek bir sayıda olması ise gerçeklere ulaştırmayı daha da zorlaştırır. “Of’un kurucuları ve ilk yerleşimcileri kimlerdir?”, “İlkçağda bölgede bulunan topluluklar hangi kimlerdi?”, “Of tarih boyunca hangi devletlerin hâkimiyeti altında kalmıştır?” gibi ilk döneme ait konuların yanı sıra “Of’ta Osmanlılardan önce bir Rum imparatorluğu mu vardı?”,  “Of’ta Osmanlılardan önce yaşayanlar kimlerdi? Onlara ne oldu?”, “Of’ta İslamiyet nasıl yayıldı?” gibi pek çok popüler soru da tarihçilerin karşısına sıkça çıkmaktadır. Bu yazıda, bir makale ölçeğinde Of tarihiyle ilgili bazı meselelere tarihî kaynaklardan bakma amacı güdülmüştür.

    Of’un Kuruluşu 

    Of, XIX. yüzyılda ortaya çıkmış bir sahil kasabasıdır. Bu tarihten önce Solaklı deresinin denize ulaştığı yerde bulunan Moroz iskelesi civarında bir ticari yoğunluk vardı. Ancak bugünkü Of kasabasının olduğu yerde bir yerleşim yerinin ortaya çıkması 1653’ten sonraki elli yıl içerisinde başlamıştır. Civar köylerden Perşembe gününden Moroz’a gelen Müslüman ahali, buraya yapılan camide Cuma namazı kılmak ve alışveriş yapmak için perşembeden pazara kadar 3-4 gün boyunca burada kalmak zorundaydı. Böylece bölgede büyük bir nüfus hareketliliği oluşmaya başladı. İhtiyaca cevap vermek için köylülerin kalabileceği mekânlar kurulmaya başlandı. XVII. yüzyılın ortalarına ait cizye defterlerinde Moroz’da sürekli iskânın varlığını gösteren kayıtlar vardır. XVIII. yüzyılda Baltacı deresi kenarındaki Kıyıcık’ta da bir pazaryeri ortaya çıkmışsa da kaza mahkemesinin kurulmasıyla birlikte Moroz resmen merkez haline geldi. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Moroz adı unutularak şimdiki yerinde Of kasabası oluştu.[3]

    Of kasabasının oluşumu XIX. yüzyılın sonlarına dayansa da bölgenin yerleşime açılması daha eskidir. Kaynaklar ilkçağdan itibaren Of’un çevresindeki belirli merkezlerde yaşayan topluluklardan bahseder. Ancak bölge tarihinin ilk dönemleri kaynaklardaki belirsizlikler sebebiyle tam olarak açıklığa kavuşturulamamaktadır. Devrin kaynakları Trabzon kolonisinin ihtişamı karşısında çevredeki küçük yerleşim birimlerine çok fazla ilgi göstermez. Çeşitli eserlerde yer alan bölük pörçük bilgiler de bölgenin erken devirlerini tam olarak aydınlatmaya yetmez. Buna rağmen pek çok araştırmacı ve yazar Of’un ilk dönemiyle ilgili ayrıntılı tasvirler yaparken bu görüşlerini sağlam temellere dayandıramamaktadır. Haliyle şehrin ilk yerleşimcilerinin kim olduğu, hangi tarihte kurulduğu gibi konularda yaygın görüşlerin çoğunun tarihî kanıtı zayıftır. Çünkü bölgenin ilkçağdaki durumu ağır bir sis perdesi altındadır. Kaynaklar kolonizasyondan sonra Of’tan bahsetmeye başladığı için bu devirden öncesi için çok bir söz söyleme imkânı yoktur. Haliyle pek çok mesele karanlıkta kaldığı için yazılanların çoğu kuvvetli tahminden öteye geçmez. Bazı tahmin ya da tespitler o kadar sık tekrarlanır olmuştur ki kamuoyunda bunlar doğru kabul edilmeye başlanmıştır.

    Genellikle bilindiği gibi Of’un ilk yerleşimcileri Yunanlılar değildir. Çünkü pek çok eserde anlatıldığı üzere Of’un kurucusu olarak gösterilen koloniciler Yunanistan’dan değil Batı Anadolu’dan, Miletos şehrinden bölgeye gelmişlerdir. Karadeniz’in güney kıyılarında ilk ticaret kolonilerini kuranların büyük kısmı Miletosludur. Dolayısıyla şehrin kuruluşunu Yunanlılara bağlayanlar hata yapmışlardır. Diğer yandan kaynaklar kolonicilerden önce de bölgede yaşayanlar olduğuna dair açık bilgilerle doludur. Sadece Miletoslulardan önce bölgeye yerleşenler ilçenin daha sonra geliştiği Moroz ve çevresine değil de güneydeki vadilere yerleşmiştir. İlkçağ kaynakları bu vadilerde yaşayan, Yunanca konuşmayan pek çok farklı topluluktan bahseder.[4]

    Of’un günümüzdeki yeri ticaret merkezi olması açısından çok elverişlidir. Güneydeki yolların sahille birleştiği noktada bulunan bu değiş tokuş merkezi sayesinde deniz yoluyla getirdikleri malları güneydeki kırlık kesimde yaşayan topluluklara kolayca satabilen koloniciler, Of’ta, Trabzon’un çevresindeki ticaret merkezlerinden birisini daha inşa etmişlerdir. Of’u cazibe merkezi haline getiren en önemli özelliği, Bayburt’un denize en kısa bu yolla ulaşmasından kaynaklanır. Dolayısıyla Trabzon’un güneyindeki dağlık kesimdeki yerleşim yerlerinin sahildeki ticaret kolonilerine en kısa sürede ulaştığı yolların başında Of’a varan yol gelir.[5]Of limanının çok uygun olmaması sebebiyle gemilerin Solaklı, Ortapazar, Eskipazar ve Aspet’te durakladığını yazan Bıjışkyan, Solaklı önünde, denize yakın, kuleli eski bir kalenin varlığından da bahseder.[6] İşte bu değiş tokuş merkezinin etrafında, bugünkü Of şehri ortaya çıkmıştır. Bölgedeki toplulukların yerleşim tercihlerini etkileyen sebeplerin başında geçim kaynaklarının farklı olması gelir. Koloniciler tamamen ticaret yapmak için bölgeye gelen unsurlar olduğu için sahile yerleşmeyi tercih ederken yörenin yerlileri olan topluluklar tarım ve hayvancılıkla geçindiği için daha iç kesimlerde yoğunlaşmıştı. Ancak bu tercih, Of’u kolonicilerin kurduğu anlamına gelmez.

    Romalılar devrinde Of, 130’lu yıllarda imparatorluğun doğu sınırını oluşturmaktaydı. Roma İmparatorluğu’nun doğuya doğru ilerlemesi neticesinde bölgedeki siyasi unsurlar bir bir ortadan kaldırılırken yöredeki topluluklar da bağımsızlığını kaybetmekteydi. Bunun sonucu olarak bölgede sadece siyasi bakımdan değil kültürel açıdan da büyük bir değişim meydana gelmekteydi. Kapadokya valisi Arrianus’un imparatoruna sunduğu rapordan anlaşıldığı kadarıyla Of deresi, Romalılarla bölgenin yerli toplulukları arasında hudut haline gelmişti.[7] Sınırın öte yakasında hala Romalıların hâkimiyetine girmemiş topluluklar yaşamaktaydı. Of’tan başlayıp Batum’a kadar uzayan sahada küçük yerli denizci kabileler vardı. Krallarının sarayı Furtuna deresinin ağzında bulunan Heniokhisimli bu kabilelerin güneyindeki dağlık kesimde ise Makhelon kabilesi yaşamaktaydı.[8] Böylece kolonizasyondan önce bölgede var olan kabilelerin Roma hâkimiyeti devrinde de yedi asırdan fazla bir süredir bölgede mevcudiyetini devam ettirdiği de ortaya çıkmış oldu.

    Of adının Yunanca Ofis’ten geldiği ve yılan gibi anlamına geldiği kentle ilgili pek çok kitapta geçer. Ancak Karadeniz bölgesindeki yer isimleri üzerine çalışan muteber bilim adamları bu görüşe katılmamaktadır. Onlara göre bütün sahil şeridinde adının kökeni olan üç büyük yerleşim yeri vardır: Tripolis (Tirebolu), Athena (Pazar) ve Pavraea (Bafra).[9] Dolayısıyla Of isminin Yunanca kökenli olma ihtimali yeniden düşünülmelidir. XIX. yüzyılın ortalarında oluşmaya başlayan bir kasabaya antik dönemden kalma bir ismin verilmesi pek mümkün gözükmemektedir. 

    Tarih Boyunca Of’a Hâkim Olan Devlet ve Topluluklar

    Trabzon ve Of’ta ilk hâkim olan devlet ve toplulukların kim olduğu meselesi karanlıktır. Hititlerin, Gaşkaların ya da Asurların bölgeye yayıldığı konusunda çeşitli rivayetler bulunsa da bunların gerçeklik payı azdır. Aynı şekilde Etrüsklerle irtibatlandırılan Pelaksların buradaki varlığı da aydınlığa kavuşmamıştır. Ancak Orta Asya’dan bölgeye göç eden topluluklarla birlikte tarih kaynakları da hem Doğu ve İç Anadolu’dan, hem de Doğu Karadeniz, Trabzon ve çevresinden bahsetmeye başlar. Bunlar, MÖ. VIII. yüzyılda Orta Asya’yı terk edip Anadolu’ya, oradan da kuzeye yönelerek Doğu Karadeniz’e hâkim olan Kimmerlerdir. MÖ. VII. yüzyılda Kimmerleri takiben Anadolu’ya ve Karadeniz bölgesine gelerek onları Kırım ve çevresine çekilmek zorunda bırakan İskitler de Orta Asyalı bir topluluktu.[10] Bu iki topluluk dolayısıyla bazı batılı bilginler Doğu Karadeniz bölgesinin en eski ahalisinin Orta Asyalılar olduğunu yazar. Of tarihi için bu kısım en ihmal edilen yerlerden birisidir. Of’un kuruluşunu kolonicilik dönemine bağlayanlar bu unsurların bölgeye hâkim olduğunu görmezlikten gelme gibi bir eğilim içindedir ki bunun ilmî bir karşılığı yoktur. 

    Miletosluların Of’ta koloni kurması İskit hâkimiyeti sırasındadır. Batı Anadolu’dan bölgeye gelen bu tüccar grup MÖ. VII. yüzyılda başlayan Med idaresine girdi ve bu devir yaklaşık elli yıl sürdü. MÖ. VI. asır ortalarında ortaya çıkan Pers hâkimiyetiyle birlikte yaklaşık üç yüz yıl boyunca Of, İranlıların denetiminde kaldı. MÖ. 334’te Makedonyalı İskender bölgedeki Pers egemenliğine son verdi, ancak kısa süre sonra ölümü üzerine valilerinden İran kökenli Mihridates, bölgeye hâkim oldu. Tarihe Pontus Krallığı olarak geçen bu devlet aslında İranlılarındı ve Romalılara karşı bölgeyi savundu.[11] Ancak MÖ. 66’da Romalıların bölgeyi ele geçirmesini önleyemediler.[12]  395’ten sonra Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu’nun idaresinde kalan bölge, 1204’te İstanbul’un Haçlıların eline geçmesinden sonra Komnenosların idaresine girdi. 

    XIII. yüzyıl başlarında Doğu Karadeniz bölgesinde hâkimiyet tesis eden Komnenoslar, Kastamonu kökenli bir aile olup askeri asalet sınıfına mensupturlar. 1081’de başlayan ve 1185’e kadar devam eden süreçte kesintisiz olarak Bizans İmparatorluğu’nu idare etmişlerdir. 1204’te IV. Haçlı seferi sırasında Latinler İstanbul’u ele geçirerek yönetime el koymuşlardı. Oluşan büyük karmaşada, Komnenos ailesine mensup iki genç, Aleksios ve David, Gürcistan’a kaçarak akrabaları Kraliçe Tamara’nın (1184-1212) yanına gitmişti. Kafkasya’nın önemli gücü haline gelen Gürcüler, Erzurum’un kuzeybatısını hâkimiyeti altına almak isteyen istemekte ve bunu yapabilecek müttefik bir unsur aramaktaydı. Onun için Komnenos kardeşlere verdiği askerî destekle onların Nisan 1204’te Trabzon’u ele geçirip buradan Karadeniz Ereğlisine kadar olan bölgeye hâkim olmalarını sağlamıştır. Böylece tarihte Trabzon Rum Devleti olarak bilinen siyasî teşekkül ortaya çıkacaktır. Pek çok kaynakta imparatorluk olarak anılsa da siyasî, ekonomik ve askerî sebeplerden bu nitelemenin gerçeği yansıtmadığı açıktır. Tarihin hiçbir döneminde dar bir kıyı şeridinde, en geniş sınırlarına ulaştığı zamanda Samsun ve Sinop kent merkezleri hariç olmak üzere 6 şehre hâkim bir imparatorluk var olmamıştır. Ortaya çıkışından sadece 10 yıl sonra Selçukluların yüksek hâkimiyetini tanıyarak bağımsızlığını kaybeden ve Selçuklularla yaptıkları anlaşma icabınca 4 şehri idare etmelerine izin verilen Komnenoslar, XIV. yüzyılın başlarından itibaren sadece Giresun ve Trabzon’a hâkimdi. Komnenosların bir başka devleti ilhak edip bünyesine katarak siyasî güç bakımından imparatorluğu çağrıştıracak derecede genişlemesi söz konusu olmamıştır. Komnenos ordusu paralı askerlerden oluşan ve emsali kuvvetler içerisinde en etkisiz olanlardan birisiydi. Ekonomik bakımdan ise Moğolların farz ettiği gibi bazı ticaret merkezlerini idare eden bir siyasî teşekkülolarak kabul edilebilirlerdi.[13] Of’un 1204’ten sonra denetimi altına girdiği ve yaygın olarak Rum imparatorluğu olarak bilinen hâkimiyet böylece ortaya çıkmıştır. 15 Ağustos 1461’de Fatih’in Trabzon’u fethetmesi, akabinde de Of’un Osmanlı topraklarına dâhil olmasıyla bu dönem sona erdi. 

    Of kronolojisine genel bir bakış bile bazı hususların bugüne kadar ihmal edildiğini gösterir. Of’un tarihini kolonicilerle başlatan görüşün doğruyu yansıtmadığı açıkça ortaya çıkarken Yunanlılardan evvel bölgede Orta Asyalı toplulukların olduğu tarihen sabittir. Romalılar ve Makedonyalılar hâkimiyeti sırasında bölgede Yunan ve Bizans kültürü yayılmaya başlamıştır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun VI. yüzyılda bölge halklarını devlete bağlamak için Hristiyanlığı resmî din, Grekçeyi de ibadet dili haline getirmesinin bu yayılmada önemli bir rolü vardır. Bir Bizans tarihçisinin ifadesiyle Romalıların tanrısını ve imparatorunu tanıyan farklı kökenden topluluklar böylece İranlılardan uzak duracaktı.[14] Ancak bu devirden sonra kaynaklarda Karadeniz bölgesinin yerlileri olarak geçen toplulukların ismi anılmaz olmuştur. Demek ki bu topluluklar bir süre sonra dil ve dinlerini değiştirmenin tesiriyle kimliklerini yitirerek başka bir isim altında yaşamaya başlamıştır. Bu isim, Arapların Roma vatandaşı anlamında kullandığı Rum’dur. Hem koloniciler hem de o devirden beri bölgede yaşayanlar Ortodoksluk potasında erimiş ve ortaya Rum adı verilen karışım çıkmıştır. Bugün yaygın olarak kullanıldığı üzere Rum ve Yunanlı kavramları birbirinin aynı şeyler değildi. 

    Roma ve Bizans devirlerinde bölgede yaşanan değişimin Mihridates ve Komnenos egemenlikleri için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunlar daha çok yerli unsurlara dayanarak var olmuş ve Romalıların bölgede nüfuz kurmasını engellemiştir. İranlılar kendi güçlerinin yanı sıra bölgedeki halkların da desteğiyle Romalılarla mücadele etmişlerdir. Komnenoslar zamanında ise İstanbul’dan gelen ve Bizans yanlısı olan Skolarlı grubu hükümdarın yakın çevresini tutarken Mezokaldiyalılar isimli yerlilerin önde gelenlerinden oluşan bir grupla iktidar mücadelesi yapmaktaydı. Bu ikincisi daha çok geniş toprak sahipleriydi ve halk üzerindeki etkilerinin yanı sıra zaman zaman devletin üst düzey mevkilerini ele geçirmeyi de başarmaktaydı. Bunların etkili olduğu zamanlarda Komnenos hükümdarları daha bağımsızlık yanlısı bir tutum izlerken diğerlerinin ağırlığı hissedildiğinde ise İstanbul’la ilişkiler gelişmekteydi.[15] Dolayısıyla bu dönemi önceki devirle bir tutmak çok doğru değildir. Aynı şekilde Komnenosların kurduğu devlet hakkında kamuoyunda oluşan imparatorluk algısı ise gerçeği yansıtmaz. Yukarıda açıklandığı üzere bu siyasî teşekkül Osmanlılar çağındaki orta büyüklükteki bir beylik gücündedir. Of tarihiyle ilgili bu gerçekler göz önünde bulundurulursa bölgenin tarihini daha doğru anlamak mümkündür.

    Türklerin XV. yüzyıl ortalarına kadar neden Of’u almadığı pek çok açıdan cevaplanan bir sorudur. Ancak işin aslı şudur: XI. yüzyılın sonlarında yani Malazgirt zaferinden itibaren Anadolu’ya gelen Türkler konar-göçer yani yarı göçebedir, hayvancılıkla geçinmektedir ve kalabalık hayvan sürülerini besleyip barındırabilecekleri geniş otlaklara ihtiyaç duyarlar. Ayrıca rutubetli yerlerde yaşamaktan pek hoşlanmazlar. Of’un güneyindeki dağların ötesinde bu tür yerler mevcuttur ve oralar Of’un alınmasından dört asırdan daha fazla bir zamandır Türklerin elindedir. Bayburt’a yerleşen bu Türkmen grupları Of’un yüksek kesimlerini yaylak olarak kullanırken Of’a yerleşmeyi tercih etmemişlerdir. Osmanlıların bölgeyi ele geçirmesi ise Anadolu’da siyasî birliği sağlama politikasının bir zaruretidir. Osmanlı iskânından sonra bölgeye gelenlerin yerleştiği yerlerin kentin güneye uzanan yüksek kesimleri olması, Of’a yerleşen ilk Türkmenlerin sahile yerleşmede isteksiz davrandığını ve hayat tarzlarına uygun gördükleri yerleri tercih ettiklerini gösterir.

     Of’ta İslamiyet’in Yayılması  

    1461’de Trabzon’un II. Mehmed tarafından fethedilmesiyle birlikte bölgede İslamiyet hızlı bir şekilde yayılmaya başlamıştır. Bu yayılmanın en önemli sebebi, Osmanlı devletinin iskân politikası çerçevesinde ülkenin çeşitli yerlerinden getirilen Müslüman Türk unsurların Trabzon’a yerleştirilmesidir. Genellikle Osmanlı muhalifi bölgelerde yaşayan ahali Trabzon ve çevresine yerleştirilerek aynı anda iki amaca ulaşılmaktadır: Bir tarafta muhalif unsurların belirli bölgelerdeki yoğunluğu azaltılarak onların potansiyel tehdit olmaktan çıkmaları sağlanmakta, diğer taraftan yeni fethedilen yerlerdeki İslam nüfus artırılmaktadır. Bu siyaset 1461’den sonra Trabzon ve çevresinde de uygulanarak kısa sürede bölgede Müslümanların çoğunluk haline gelmesi sağlanmıştır. Bununla birlikte bazı araştırmacı ve bilim adamlarının yaptığı çeşitli çalışmalarla bölgede yoğun bir din değiştirme olayı yaşandığı sonucuna ulaşılarak Müslüman nüfusun artışı, Rumların Hristiyanlığı terk ederek İslamiyet’e geçmesine bağlanmaktadır. Günümüze kadar bu bilgiyi esas kabul eden pek çok kişi de kamuoyunda yaygın düşünce haline gelmesini sağlayacak şekilde aynı düşünceyi tekrarlamışlardır. Oysa gerçek oldukça farklıdır. Açık bir biçimde söylemek gerekirse Of’ta Rumların yaşadığı yerleşim yerlerine ait hem Osmanlı hem de Rum kayıtlarına bakıldığında, kitlesel bir din değiştirme örneğine rastlamanız mümkün değildir. Bir başka deyişle ilçe, köy, nahiye ya da mahalle bazında Rumların topluca din değiştirdiği bir yere rastlamanız imkânsızdır. Bunun propagandasını yapanlar somut olarak bir yerleşim yeri ismi veremezler çünkü bunu yapsalar hem Osmanlı kaynaklarından hem de diğer kaynaklardan böyle bir şeyin gerçekleşmediği açıkça ortaya çıkacak, onların propaganda malzemeleri de ellerinden alınacaktır. Bölgede kimlik çatışması oluşturmaya çalışanlar aynı iddialarını tekrar etmeye devam edebilir, ancak bunlarla ilgili sunacakları bir kanıtları olmadığı için bu iddiaların tarihi açıdan ciddiye alınır bir tarafı olmadığı açıktır.

    Of’a ilk olarak yerleşen Müslümanlar, asker olarak bölgeye getirilenlerdir. 1515 yılına ait tahrir defterlerinde Of’ta İslam dinine mensup olanlar şehre güvenlik için getirilen askerlerdi.[16] XVI. yüzyıl boyunca kurulan yeni köylere Müslüman ahali yerleştirilmeye başlanmasıyla Of nüfusundaki değişim de başladı. Solaklı deresinin doğusundan Eskipazar’a kadar olan kıyı şeridi ile güneyde Hayrat, Pınarca, Geçitli köyü ve Yeniköy’e ulaşan mıntıka Müslüman Türk yerleşimine açılır. Zaten buranın daha üst kesiminde yaylalar başlar.[17]1486’da yapılan tahrirde 30 köyü bulunan Of’ta Müslüman Türk unsurların yerleştirilmeye başlanmasından sonra büyük bir nüfus artışı olduğu görülür. 1681’de yerleşim alanının 91 köye ulaşması bu artışın ilk göstergesidir.[18]Bir yandan bölgeye Müslüman-Türk ahali yerleştirilirken diğer taraftan da Of’taki Hristiyanlardan bir kısmı İslamiyet’i benimsemeye başladı. Osmanlı sistemi içerisinde din değiştiren kişilerin açık kimliği, yaşadığı yer, Müslüman olduktan sonra aldığı isim gibi çeşitli özellikleri kadılıklarda bulunan ihtida defterlerine kaydedilir. Of ve çevresinde Hristiyanlığı terk ederek İslamiyet’i benimseyen fertlerle ilgili olarak bu kaynaklardan istifade edilebilir ve H. Umur’un yaptığı çalışmalarla bölgede din değiştirme meselesini büyük ölçüde halletmiştir.[19] Bu çalışmalar dikkatle incelendiğinde görülecektir ki Of ve çevresinde insanlar birbirinden çok farklı zamanlarda bireysel olarak müftülüklere müracaat ederek din değiştirme isteklerini beyan etmişler ve düzenlenen belgelerle resmen İslamiyet’e mensup olmuşlardır. Ancak propagandası yapıldığı ya da sanıldığı gibi bir köy veya mahalle ahalisi müftülüğe müracaat ederek din değiştirmemiştir. 

    Of’taki Hristiyanlara mahsus bir konu yıllarca dikkatten kaçmış, ancak Trabzon’la ilgili kilise arşivlerinin çözümlenmesiyle uzun zaman sonra da olsa önemli bir gerçek ortaya çıkmıştı. Türkiye’de bu arşivleri inceleyecek uzmanların yokluğundan, son dönemde ortaya çıkanların da meseleye ilgisizliğinden dolayı yıllarca karanlıkta kalan pek çok gerçek, orta dönem Grekçe bilen araştırmacılar tarafından aydınlatıldı. Bu konu Of’taki Hristiyanların milliyeti meselesiydi. Osmanlı belgelerinde milliyete vurgu yapılmadığı için Rum Ortodoks olarak bilinen bu topluluk köken itibariyle Yunanlı veya Yunanlılıkla bağlantılı kabul edilmekteydi. Ancak başta A. Bryer, G. Nakrakas, R. Shukurov gibi araştırmacıların özeni sayesinde mesele günümüzde aydınlanmaya başlamıştır. Bölgedeki kilise kayıtlarını inceleyen G. Nakrakas, Of’taki Hristiyanların büyük bir kısmının Rumca isim taşımadığını fark etmişti. Dikkatini bu konu üzerine yoğunlaştıran Yunan araştırmacı, Solaklı ve Büyükdere vadilerinde, nüfusu 10.000 ile 12.000 aileden oluşan Hristiyan ahalinin tamamının Türk olduğunu anlamıştır. Osmanlıların bölgeye hâkim olmasından sonra da aynı bölgede varlığını devam ettiren bu grup, XVII. yüzyıldan itibaren İslamiyet’i benimsemeye başlamıştı.[20] G. Nakrakas’ın ortaya çıkardığı 60.000 civarındaki nüfusa sahip Türklerin Osmanlılardan önce Of ve çevresine nasıl yerleştiği sorusu ise konuyla ilgili araştırmalar geliştikçe daha anlaşılmaya başlandı. Aşağıda belirtileceği üzere bölgedeki yer isimleriyle ilgili çalışmalar sayesinde Osmanlılardan önce Hristiyan Türklerin, Trabzon ve doğusuna kalabalık gruplar halinde yerleşmeye başladığı ortaya çıkmıştır. Aynı dönemde Maçka ve çevresine yerleşen Türkler, bölgedeki Hristiyanların büyük bir kısmını oluşturmaktaydı.[21] Bundan açıkça anlaşılabileceği üzere Of’taki Hristiyanlar kendilerine mahsus bir yerleşim sahası oluştururken Maçka’dakiler, diğer milliyetlere mensup Hristiyanlarla bir arada yaşamaktaydı. Diğer taraftan, Rum teriminin etnik olarak Ortodoksluk potasında erimiş farklı toplulukların oluşturduğu bir karışım olduğu yönündeki tespitin en güzel örneklerinden birisi Trabzon’dadır.

    XIII. yüzyıl başlarında ortaya çıkan Komnenos hâkimiyeti sırasında Artvin-Rize-Trabzon arasına yoğunlaşmaya başlayan Hristiyan Türkler, Osmanlı hâkimiyetine kadar belirli bölgelerde çoğalmışlardı ki bunlardan birisi de Of-Çaykara havalisiydi. Bu Hristiyan Türk grubu Kıpçaklardı ve yüz yıldan fazla bir zamandır Gürcistan’da yaşamışlardı. Gürcü krallığının yeniden bağımsızlığını kazanmasında büyük pay sahibi olan, hazine sorumluluğu ve başkomutanlığını ele geçirecek kadar da devlete nüfuz eden Kıpçaklar, bu ülkedeki siyaset değişikliği sonucu gözden düşünce yukarıdaki bölgeye göç etmeye başlamışlardı.[22] Karadeniz tarihine ait ciddi çalışmalarıyla tanınan M. Bilgin, bir aileden yola çıkarak Hristiyan Türklerin Of’a nasıl yerleştiğinin hikâyesini çok açık bir biçimde ortaya koymuştu. Kıpçak kökenli bir ailenin Gence-Karabağ’a yerleşmesi oradan da XIV. yüzyılın sonlarında Rize-Trabzon arasına göçleri ana fikri üzerinde şekillenen bu eser, Sarallar’ı özne yaparak Kıpçakların Of’a gelişinin izini sürmekteydi.[23] İşte bu grup, kitle halinde İslamiyet’i benimseyen bir topluluk olarak kayıtlardaki yerini almıştır. Bu ailenin yanı sıra Kıpçaklardan kalan Of ve çevresindeki yerleşim yeri isimleri başka grupların da yöreye yerleştiğini gösterir. Of kazasındaki Gorgora, diğer ismiyle Bacan köyü de bir Kıpçak oymağı olan Beçene/Becene’lerden gelmektedir. Yine Of’taki Balaban köyü de Kıpçaklarda şahıs adı olan Balaban’dan kalmadır.[24] Bugünkü Barış köyünün Komarlar anlamına gelen Komarit ismi de Kıpçak oymaklarından birisi olan Kumar ya da Komar oymağından ismini almıştır.[25]

    Osmanlı öncesi dönemde Trabzon ve çevresindeki Hristiyan Türk varlığı Of ile sınırlı değildir. Büyük kısmını Kıpçakların oluşturduğu Hristiyan Türkler, genel olarak Gürcistan üzerinden Karadeniz bölgesine göç etmişlerdi. Bunlardan bir kısmı Komnenosların hizmetine girerken bir kısmı da bağımsız hareket etmekteydi. Birinci grup daha çok Trabzon’un güvenliğiyle ilgili stratejik merkezlerde yoğunlaşırken ikinci grup hayvancılıkla geçindiği için özellikle konar-göçer hayata elverişli belirli bölgelerde toplanmıştı. Maçka bölgesindeki Hristiyanların yarısından fazlasını oluşturan Türkler ilk gruba dâhil edilebilirken Of’takiler daha çok ikinci gruba mensup olmalıdır.

    Of’ta İslamiyet’in yayılma dönemi hakkında kaynaklara yansıyan bir olağanüstülük yoktur. Tarihî kayıtlarda İslam ve Hristiyan cemaatleri arasında bir çatışma ya da olumsuzluk olduğuna dair iz bulmak mümkün değildir. Ancak Of’un simgeleri arasında ön planda olan dinî kurumlar kentin bölgedeki konumunu değiştirmiştir. Of medreseleri sadece Trabzon ve çevresinde değil bütün ülkede ünü duyulan eğitim kurumları haline gelmiş, buradan yetişen din adamları tarihte büyük izler bırakmıştır. Bu safhada Of’ta İslamiyet’in yayılması anlatılırken ilk akla gelen bir meseleye de temas etmek gerekir: Maraşlıların Of’ta İslamiyet’i yayma konusu halk arasında efsane haline gelmiş ve bölgeyle ilgili eserlerde de kayıt altına alınmıştır. Şehirdeki yaygın bir inanışa göre Maraşlı Şeyh Osman Efendi ve kardeşleri Of ve çevresinde İslamiyet’i yaymaya başlamışlardır. Osman Efendi Paçan’da, Hasan Efendi Eskipazar’da, İlyas Efendi de Yente’de faaliyet göstererek buradaki halkı İslamlaştırmıştır.Bu kişiler muhtemelen Maraş ve çevresinden Trabzon’da zorunlu iskâna tâbi tutulan Dulkadiroğlularından bir gruba mensuptur. XV. yüzyıldan sonra bölgeye gelen pek çok boy ya da oymak gibi Dulkadirli topluluğu da Osmanlı Devleti’nin rakibi olan beyliklerden birisinin insan gücüydü. Osmanlı bunları Trabzon’a yerleştirmekle bir yandan rakiplerinin nüfusunu azaltırken diğer taraftan yeni fethettiği yerlerdeki Müslüman nüfusu artırmaktaydı. Ancak Osmanlıların bölgedeki Hristiyanları Müslümanlaştırmak gibi bir sistemi yoktu ve bunun için de birilerinin görevlendirildiğini düşünmek tarihî gerçeklere çok uymaz. Osman Efendi ve kardeşleri burada İslamiyet’i yaymayı kendisine görev olarak kabul etmiş olabilir. Ancak onların gelişinden sonra bölgedeki Hristiyanların İslamiyet’i benimsediğine dair Osmanlı belgelerine yansıyan bir kayıt yoktur. Bu sebeple Osman Efendi ve kardeşlerini bölgedeki Müslümanların inançlarını ve dini bilgilerini kuvvetlendiren kişiler olarak görmek daha uygun olur.[26]

    Of’un Kültür Dokusu

    Of’un kültür dokusu pek çok araştırmacının ilgisini çeken bir konu olmuştur. Bazı araştırmacılar Oflu kimliğini oluşturan o kadar alt başlık sıralamaktadır ki bu yüzden Ofluları ayrı bir etnik grup olarak tanımlayan kişiler bile çıkabilmektedir. Oysa tarihi olarak bölgede yaşayanların izini sürmek çok kolaydır. Of’ta hâlihazırda yaşayanlarca da gayet iyi bilinen bu iz sebebiyle kentte herhangi bir kimlik problemine rastlanılmaz. Yukarıda bahsedildiği üzere kentte ve çevresinde yaşayanların önemli bir kısmı fetihten sonra buraya getirilen sülalelerin fertleridir. Esas itibariyle Of ve çevresine yerleştirilenlerin büyük bir kısmı Konya ve Maraş’tan göç ettirilen gruplardır. Böylece Karamanoğulları ve Dulkadirlilerin bu bölgedeki yoğunluğunu azaltan Osmanlı idarecileri, diğer taraftan da ülkesine yeni katılan Trabzon’daki Müslüman nüfusu artırmaktaydı. Bölge halkının sözlü geleneklerinde yüzyıllardır yaşatılan bu göç olayı hala toplumun hafızasında sıcaklığını korur. Tellioğlu, Karahasan ya da Mollaoğlu ailesine mensup olanlar Karaman’dan bölgeye göç eden Oğuzlar olduğunu bildikleri gibi Çakıroğulları, Bayramoğulları, Tabanoğulları da Osmanlıların en önemli rakiplerinden Akkoyunlulardan geldiklerini bilmektedirler.Dulkadiroğullarından gelen Fettahoğlu, Maraşlıoğlu, Hacıfettahoğlu, Çolakoğlu gibi aileleriçerisinde Maraş’tan bölgeye göç ettiklerini bilmeyen yoktur.[27] Bu birkaç örnek bile bölgenin kültür dokusunu gözler önüne sermeye yeter. İlave olarak Osmanlılardan önce bölgede bulunan Kıpçak ailelerle birlikte Of’un kimlik yapısı tamamlanabilir. Günümüzde aile yapısının feodal yapıyı andırabilecek düzeyde güçlü olması sebebiyle bölge ahalisi, soy ve kültür köklerinin farkında olup bunları yaşatma hususunda oldukça hassastır.

    Trabzon’da yaklaşık bin yıl etkili olan Ortodoks kültürün izlerine bölgede hâlâ rastlamak mümkündür. Özellikle küçük yerleşim yerlerinin eski adları yörede bugün de bilinir. Halk nazarında bunların kullanılması bölgenin bugünkü kimliğine yönelik bir tehdit olarak algılanmaz. Ancak Ortodoksluğun yörede yaşayan bir izi olan Rumca, çeşitli tartışmaları da berberinde getirmektedir. Trabzon’daki çift dillilik meselesi, özellikle yabancı araştırmacılar tarafından yanlış anlaşılan bir konudur. Osmanlı toplumunun sosyal dokusunu yeterince kavrayamayan, Doğu Karadeniz iskân tarihini bir bütün halinde göremeyen ve bölgede cemaatler arası ilişkileri derinden takip edemeyen bazı araştırmacılar, Rumcanın yöredeki varlığını etnik kimlikle bağdaştırmaktadır. Böylece dil/kültür/kimlik ekseninde yoğunlaşan bazı tartışmalar ortaya çıkmaktadır. Ancak gözden kaçan husus, Hristiyanlığı benimseyenlerin hangi bölgede o dini benimsediyse o kilisenin ibadet dilini öğrenmesi zorunludur. Nasıl Arnavutluğun güneyinde yaşayan Arnavutlar Hristiyanlığı benimseyip Yunan kilisesine bağlandıktan sonra Yunanca öğrenmişse ve orada Yunan kültürünün izleri fazlaysa[28] aynı durum Karadeniz bölgesinde Hristiyanlığı benimseyen Türkler için de geçerlidir. Bölgenin hemen doğusunda Gürcistan’da Hristiyanlığı kabul eden Türkler Gürcü kilisesine bağlandıkları için Gürcüce öğrenmişse[29] Of ve çevresindekiler de Bizans kilisesine bağlı oldukları için Rumca öğrenmişlerdir. Ancak onların ana dili Türkçedir.

    Of’un belirli kesimlerinde Rumca bilinmesi doğaldır. Çünkü Osmanlı sosyal düzeninde farklı toplulukların bir arada yaşadığı yerleşim birimlerinde yetişen insanlar karşı kültürden mutlaka etkilenir. Bu bölgeden mübadeleyle Yunanistan’a gönderilenlerin Türkçe de biliyor olması onların Türk olması anlamına gelmediği gibi burada da Rumca bilinmesinin Rumluğa aidiyet sembolü olarak kabul edilmesinin de mantıkî bir izahı yoktur. Aynı mantıkla hareket edilirse XX. yüzyıl başlarında Of’un caddelerinde medreseli olmanın farklılığını belli etmek için birbiriyle Arapça konuşan insanları Arap kabul etmek gibi komik bir duruma düşülebilir. Diğer taraftan bölgede Hristiyanlıktan İslamiyet’e giren insanların Rumca biliyor olmasından daha doğal bir şey yoktur. Asırlarca kilisede ibadet dili olarak öğrenmek zorunda kaldığı Rumcanın bu topluluğun anadili olmadığı bir Yunanlı araştırmacı tarafından iddia edilmektedir. Rum arşivlerini tarayan G. Nakrakas, Of ve çevresinde Hristiyanlığı terk etmemekte direnen Türklerin ibadet dilleri olan Rumcaya uzun süre sahip çıktığını belirtirken[30] kimsenin dikkatini çekmeyen bir gerçeğin altını çizmekteydi. Bununla birlikte çeşitli platformlarda bu dilin bölgede konuşulduğu ya da anlaşma dili olduğu şeklinde tezviratlar yapılmaktadır. Bu iddianın sahipleri somut örnekler vererek bu sözlerinin ardında duramadığı gibi Rumca bilen insanların ana dilinin Türkçe olduğu gayet iyi bilinmektedir. Bölgede kimlik problemi olduğunu iddia eden belirli çevreler bu iddiaları belirli zamanlarda dile getirse de halkın gündeminde yer tutmayan bu tür iddiaların sosyolojik ve tarihî zemini de yoktur. 

    Of’ta günümüzde yaşayan halk inanışları, örf ve adetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde bölgenin kültür dokusunun temelleri de ortaya çıkar. Günlük hayatta varlığını koruyan doğum, evlenme, düğün ve ölüm inanışları Orta Asya’dan buraya taşınan binlerce ve kökeni binlerce yıl öncesine dayanan geleneklerdir. Tabiat olayları ile ilgili inanışlarda İslam öncesi Türk inanışlarının hala yaşatıldığı görülen Of’ta ağaç, su ve ateşle ilgili inanışların kökeni de aynı yere dayanır.[31]

    Son Söz Yerine

    Of günümüzde çıkardığı önemli din bilginleri ve iş adamlarıyla tanınan bir kenttir. Tarihte bu şehrin öne çıkması ise Trabzon kolonisinin hemen doğusundaki küçük ticaret merkezlerinden birisi olmasından sonradır. Kolonicilerden önceki dönemde kaynaklar bölgeye fazla yer vermez, tarihçiler bölgede bulunan topluluklara ya da orada yaşananlara yeterince ilgi göstermez. Bunun en önemli sebeplerinden birisi o devre ait bilgi kaynaklarının büyük kısmının Yunanlılara ait olmasıdır. Onlar da bir bölge Yunanlıların kontrolüne ya da etki alanına giren ülkeleri ve oradaki insan topluluklarını yakından tanıtmaya başlar. Bununla birlikte başta Herodotus olmak üzere Yunan kaynaklarından elde edilen ipuçlarından Yunanlılardan önce bütün Doğu Karadeniz’de Orta Asyalı topluluklar olduğu bilinmektedir. Herodotus’un bahsettiği İskitler ve onlardan önce bölgede bulunan Kimmerler, Of ve çevresinin ismi bilinen ilk yerleşimcileri olarak tarihe geçer. Bunlardan önce bölgede bulunan toplulukların varlığı hakkında pek çok spekülasyon vardır, ancak bu ikisinin yöredeki varlığını bugün kimse tartışmaz.  

    Of ve çevresinde kolonicilerden önce çeşitli toplulukların yaşadığı bilinmesine rağmen bugünkü şehrin nasıl ortaya çıktığı tam aydınlanamamıştır. Bu konuda güçlü ihtimallerden yola çıkarak bir fikre ulaşılabilir. MÖ. 401’de bölgeye ulaşan Yunanlı filozof ve tarihçi Ksenophon’un kaydından anlaşıldığı üzere bölgenin yerlileri olarak tabir edilebilecek gruplar şehrin çevresindeki dağlık bölgelerde yaşarken Of’ta, Batı Anadolu’dan gelen Miletoslu koloniciler bulunmaktaydı. Buradan yola çıkarak hayvancılık ve tarımla geçinenlerin kentin güneyindeki yüksek kesimleri yurt edindiği, ticaretle uğraşan kolonicilerin ise sahilde, bugünkü Of’un batı kıyısındaki Moroz’da ticaret/değişim merkezi kurduğunu söylemek mümkündür. Bu ticaret merkezinin batı yakasında XIX. yüzyıl sonlarında günümüzdeki Of kasabası ortaya çıkmıştır.

    Of’taki ticaret kolonisi İskitlerden sonra Medlerin ve Perslerin egemenliğine girdi. Yaklaşık üç asır boyunca İranlıların hâkim olduğu bölge MÖ. 334’te kısa süre Makedonyalıların eline düşse de İskender’in ölümü üzerine valilerinden Mihridates’in kurduğu devlet vasıtasıyla yeniden İranlıların kontrolüne girmiştir. Tarihte Pontus Devleti olarak bilinen bu devletin adı genel itibariyle deniz (Pontus) kıyısında kurulan devlet anlamına gelir ve bu devletin Yunanlılıkla bir ilgisi olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Romalılara karşı Karadeniz’i savunmaları bunun açık bir göstergesidir. Hâkimiyetleri bu kadar uzun sürmesine rağmen İranlıların Karadeniz bölgesinde derin izler bırakamamasının sebebi ilerleyen devirde ortaya çıkacaktır. Onlardan sonra yöreyi egemenliğine alan Romalılar kendilerinden öncekilerin bütün izlerini silmek istercesine büyük bir değişim hareketi başlatacaktır. 

    MÖ. 66’da başlayan Roma ve 395’ten sonra onun devamı olarak ortaya çıkan Doğu Roma yani Bizans hâkimiyeti bütün Karadeniz bölgesinde olduğu gibi Of’ta da büyük bir değişim başlatmıştır. 130’lu yıllarda Of’un Roma-İran sınırını oluşturuyor olması bölgenin stratejik önemini bir anda artırmıştır. Ancak Roma hâkimiyetinin bölgedeki esas etkisi, yörede yaşayan ve Grek kökenli olmayan toplulukların Doğu Roma hâkimiyeti sırasında din değiştirmeye zorlanmasıdır. Ortodoksluğu benimsemek zorunda bırakılan bu topluluklar bir süre sonra varlıklarını yitirecektir. Kaynakların artık adını anmadığı bu topluluklar Arapça Romalı anlamına gelen Rum adı verilen gruba dâhil olacaktır. Böylece Grek kökenlilerin dışındakiler Romalılar tarafından asimile edilerek bölgedeki varlıkları son bulacaktır. Rum adı verilen kitlenin Grek etnisitesinden ve kültüründen farklılığı da böylece ortaya çıkacaktır.

    Of ve çevresinde Ortodoksluğun izleri günümüze kadar yaşamaktadır. Hristiyanlık benimsendiğinde bağlı olunan kilisenin ibadet dilini öğrenmek zorunda kalan insanlar, din değiştirmiş olsa da bu dilin etkisinden uzun süre kurtulamaz. Of ve çevresinde de bunun etkileri hala görülür. Yunanlı araştırmacıların kilise kayıtlarına dayanarak söylediğine göre Osmanlılardan önce Of’un Hristiyan ahalisi Türklerden oluşmaktaydı. Ana dili Türkçe olan bu grup ibadet edebilmek için bağlı olduğu İstanbul kilisesinin ibadet dili olan Rumcayı öğrenmişti. Osmanlı Devleti zamanında XVI. yüzyıldan itibaren İslam dinini benimseyen bu grubun tamamı Müslüman olmakla birlikte uzun bir süre kullandıkları Rumcayı unutmamıştır. Rumca yer isimlerini Of’un bugünkü kültürel varlığı için tehdit olarak görmeyen halk Rumca bilenleri de başka bir etnisiteye ait olarak görmez.

    Bölgede Bizans hâkimiyetinin sonlanmasından Osmanlılara kadar yöreye hâkim olan Komnenoslar, sahil kesiminde dar bir kıyı şeridini idare etmişti. Başkenti Trabzon olan bu devlete bağlı olan yerlerden birisi de Of’tu. Ancak ne bu devlet bir imparatorluktu ne de onların zamanında Of’a kalıcı bir şey yapıldı. Hatta Romalılar devrinde önem kazanan bölge bu dönemde kıymetini yitirdi. Komnenoslar devrindeki otorite boşluğundan faydalanan Kıpçakların Of ve çevresine yerleşmeye başlaması da bölgedeki Türk iskânı açısından önemli bir gelişme olarak dikkat çeker.

    Of’taki Türk hâkimiyeti 1461’den sonra Osmanlılarla birlikte başlar. Selçuklular zamanında Canik ve Doğu Karadeniz sıra dağlarının güneyindeki alanı yurt tutan Türkmenler, ekonomik ve sosyo/kültürel sebeplerden dolayı sahile inmekte isteksiz davranmışlardır. Hayvancılıkla geçinen konar-göçer Türkmenler kalabalık sürülerini otlatabilecekleri geniş yaylaklar ararken kışın da onları barındırabilecekleri mekânlara ihtiyaç duyardı ki Of’ta bunların hiç birisi yoktu. Ayrıca havası kuru, ılıman iklime sahip yerleri severleri. Osmanlılar zamanında Karadeniz’deki Komnenos hâkimiyeti ülkede siyasi birliğin sağlanmasının önünde bir engel olarak kabul edildiği için sahil kesimi de ele geçirilerek Türk iskânına açıldı. Bu dönemden sonra Of şenlenmeye başladı. Karamanoğlu, Dulkadiroğlu ve Akkoyunlulara bağlı oymakların güneydeki vadilere kurdukları köylerle büyük bir nüfus patlaması yaşandığı gibi bölgenin sosyo-kültürel, ekonomik ve dini yapısı da kısa sürede değişti. Günümüze kadar bölgede varlığını devam ettiren Oğuz boyları Of’un bugünkü kültürel dokusunun oluşmasında büyük pay sahibi olmuşlardır. Gürcistan’dan bölgeye göç eden Kıpçaklar yöredeki Türk nüfuzunu besleyen diğer bir kaynaktır. 

    Osmanlı kayıtlarından açıkça takip edilen bu değişim XIX. yüzyıl ortalarında tarihi ticaret merkezi olan Moroz iskelesinin yanında bir Türk kasabası olarak Of’un yükselişine zemin hazırladı. Başlangıçta Moroz’daki camide Cuma namazı kılmak ve haftalık alışverişini yapmak için köylerden bölgeye gelenlerin kalacakları yer ihtiyacını karşılayacak yerlerin yapıldığı Of, bir süre sonra kamu binalarının kurulmasıyla Trabzon sahilindeki yeni bir kasaba olarak gelişmeye başladı. Moroz’daki dükkânların da buraya taşınmasıyla birlikte eski yer unutuldu. Mübadeleyle 1923’ten itibaren bölgedeki Rum-Ortodoksların Yunanistan’a gönderilmesiyle birlikte Of’un bugünkü yapısı da ortaya çıkmış oldu.

    KAYNAKÇA

    Albayrak, Haşim, Tarih Boyunca Doğu Karadeniz’de Etnik Yapılanmalar ve Pontus, İstanbul 2003.

    Arrianus’un Karadeniz Seyahati(nşr. M. Arslan), İstanbul 2005.

    Bıjışkyan, P. Minas, Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası(nşr., H. D. Andreasyan), İstanbul 1969.

    Bilgin, Mehmet, Doğu Karadeniz, Trabzon 2000.

    Sarıalizadeler (Sarallar), Trabzon 2006.

    Bostan, M. Hanefi, Arşiv Belgelerine Göre Karadeniz’de Nüfus Hareketleri ve Nüfusun Etnik Yapısı, İstanbul 2012.

    XV-XVI. Asırlarda Trabzon Sancağında Sosyal ve İktisadî Hayat,Ankara 2002.

    Bryer, Anthony, David Winfield, TheByzantineMonumentsandTopography of the PontosI, Washington 1985.

    Bryer, Anthony, “TheTreatment of ByzantinePlace-Names”, Byzantineand Modern GreekStudies, IX (1984-1985), s. 209-214.

    Emecen, Feridun M., “Of Kasabasının Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar”, Uluslar arası Karadeniz İncelemeleri Dergisi1 (Güz 2006), s. 45-53.

    Fallmerayer, Jakop Philipp Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi(nşr. A. C. Eren), Ankara 2011.

    Georgacas, Demetrius J.,TheNamesfortheAsiaMinorPeninsula,Heidelberg 1971.

    Gibbon, Edward, Bizans, I(nşr. A. Baltacıgil), İstanbul 1994. 

    Goloğlu, Mahmut, Anadolu’nun Milli Devleti Pontos, Ankara 1973.

    Gökbilgin, M. Tayyip, XVI. Yüzyıl Başlarında Trabzon Livası ve Doğu Karadeniz Bölgesi”, Belleten, XXVI/102(Nisan 1962), s. 293-337.

    Halaçoğlu, Yusuf, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, OymaklarI-VI, İstanbul 2011.

    Ksenophon, Anabasis(nşr. T. Gökçöl), İstanbul 1984.

    Lordkipanidze, Mariam, Georgia in the XI-XII. Centuries, Tbilisi 1987.  

    Nakrakas, Georgios, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni(nşr. İ. Onsunoğlu), İstanbul 2003.

    Shukurov, Rustam, “EasternEthnicElements in theEmpire of Trebizond”, Acts XVIII th International Congress of ByzantineStudies (Moscow 1991) II, Shepherdstown 1996, s. 75-81.

    Tellioğlu, İbrahim, “Doğu Karadeniz Bölgesindeki Rum Varlığına Dair Görüşler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XX, S. 60 (Kasım 2004), s. 785-797.

    Komnenosların Karadeniz Hâkimiyeti: Trabzon Rum Devleti, Trabzon 2009. 

    “Orta ve Doğu Karadeniz Tarihi Araştırmalarının Dünü, Bugünü ve Geleceği Hakkında Bir Değerlendirme”, Orta Karadeniz Kültürü, Ankara 2005, s. 67-80.

    XI-XIII. Yüzyıllarda Türk Gürcü İlişkileri, Trabzon 2009.

    Osmanlı Hakimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, Trabzon 2004.

    Tursun, Mehmet, Of’un Sosyo-Kültürel ve Dini Yapısı Üzerine Bir İnceleme, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas 1998.

    Türkay, Cevdet, Başbakanlık Arşivi Belgeleri’ne Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaâtlar, İstanbul 1979.

    Umur, Hasan, Of Tarihi, İstanbul 1951.

    Of Tarihine Ek, İstanbul 1956.

    Wittek, Paul, “Bizanslılardan Türklere Geçen Yer Adları” (nşr. M. Eren), Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, (1970), s. 193-240.

    Zehiroğlu, Ahmet Mican, Antik Çağlarda Doğu Karadeniz, İstanbul 2000. 


    *     Prof. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, SAMSUN. 

    [1]     Jakop Philipp Fallmerayer, GeschichtedesKaiserthumsvonTrapezunt,Munich 1827; Türkçesi: Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi(nşr. A. C. Eren), Ankara 2011.

    [2]     Bu konuya daha önceki bir çalışmamızda ayrıntılı bir şekilde temas etmiştik. Bkz. “Orta ve Doğu Karadeniz Tarihi Araştırmalarının Dünü, Bugünü ve Geleceği Hakkında Bir Değerlendirme”, Orta Karadeniz Kültürü, Ankara 2005, s. 67-80.

    [3]     Feridun M. Emecen, “Of Kasabasının Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar”, Uluslar arası Karadeniz İncelemeleri Dergisi1 (Güz 2006), s. 46-53.

    [4]     Bkz. Ksenophon, Anabasis(nşr. T. Gökçöl), İstanbul 1984, s. 136-152.

    [5]     Anthony Bryer, David Winfield, TheByzantineMonumentsandTopography of the PontosI, Washington 1985, s. 324.

    [6]     P. Minas Bıjışkyan, Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası(nşr., H. D. Andreasyan), İstanbul 1969, s. 61.

    [7]     Arrianus’un Karadeniz Seyahati(nşr. M. Arslan), İstanbul 2005, s. 13.

    [8]     Ahmet MicanZehiroğlu, Antik Çağlarda Doğu Karadeniz, İstanbul 2000, s. 64 vd.

    [9]     Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Demetrius J. Georgacas, TheNamesfortheAsiaMinorPeninsula,Heidelberg 1971; Paul Wittek, “Bizanslılardan Türklere Geçen Yer Adları” (nşr. M. Eren), Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, (1970), s. 193-240; Anthony Bryer, “TheTreatment of ByzantinePlace-Names”, Byzantineand Modern GreekStudies, IX (1984-1985), s. 209-214.

    [10]    İbrahim Tellioğlu, Osmanlı Hakimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, Trabzon 2004, s. 14-30.

    [11]    Ayrıntılı bilgi için bkz. Mahmut Goloğlu, Anadolu’nun Milli Devleti Pontos,Ankara 1973.

    [12]    İbrahim Tellioğlu,“Doğu Karadeniz Bölgesindeki Rum Varlığına Dair Görüşler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XX, S. 60 (Kasım 2004), s. 788 vd.

    [13]    Bu konuya daha önceki bir çalışmamızda ayrıntısıyla temas etmiştik. Bkz. Komnenosların Karadeniz Hâkimiyeti: Trabzon Rum Devleti, Trabzon 2009. 

    [14]    Bkz. Edward Gibbon, Bizans, I(nşr. A. Baltacıgil), İstanbul 1994, s. 91 vd. 

    [15]    J. P. Fallmerayer, Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi, s. 157-162.

    [16]    M. Tayyip Gökbilgin, XVI. Yüzyıl Başlarında Trabzon Livası ve Doğu Karadeniz Bölgesi”, Belleten, XXVI/102(Nisan 1962), s. 323.

    [17]    Haşim Albayrak, Tarih Boyunca Doğu Karadeniz’de Etnik Yapılanmalar ve Pontus, İstanbul 2003, s. 141.

    [18]    M. Hanefi Bostan, Arşiv Belgelerine Göre Karadeniz’de Nüfus Hareketleri ve Nüfusun Etnik Yapısı, İstanbul 2012, s. 83-114.

    [19]    Hasan Umur, Of Tarihi, İstanbul 1951; Of Tarihine Ek, İstanbul 1956.

    [20]    GeorgiosNakrakas, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni(nşr. İ. Onsunoğlu), İstanbul 2003, s. 222.

    [21]    RustamShukurov, “EasternEthnicElements in theEmpire of Trebizond”, Acts XVIII th International Congress of ByzantineStudies (Moscow 1991) II, Shepherdstown 1996, s. 77 vd.

    [22]    Gürcistan’dan Trabzon ve çevresine göç eden Kıpçaklar, Kral IV. David’in (1089-1125) daveti üzerine 1118’de Don-Kuban nehri arasındaki yurtlarından Gürcistan’a göç etmişlerdi. Rusların sıkıştırmasıyla burada zor günler geçiren Kıpçaklar, liderleri olan Atrak’ın damadı olan Gürcü kralının davetini kabul ederek kırk bin ailelik kalabalık bir grupla Gürcistan’a göç etmiş, bunun karşılığında David’e verdikleri askerî ve siyasî destek ile kısa sürede bu ülkenin Selçuklu hâkimiyetinden çıkıpbağımsızlığına kavuşmasında büyük pay sahibi olmuşlardır. Aile başına devlete tam teçhizatlı bir atlı asker verme karşılığında müstakil arazi ile yaylak-kışlık elde eden Kıpçaklar, yerleşik hayata geçtikten kısa süre sonra Hristiyanlıkla birlikte Gürcüceyi de benimsemiştir. Gürcistan’ın çeşitli kesimlerine yerleştirilen Kıpçakların bir kısmı da 1124’te, Selçuklulardan alınan Çoruh vadisini yurt tutmuştu. Buradan batıya doğru yayılmaya başlayan Kıpçaklar, küçük gruplar halinde Artvin, Rize, Trabzon, Gümüşhane, Giresun ve Ordu’ya kadar genişleyen sahaya göç etmiştir. Kraliçe Tamara (1184-1213) devrinde Kıpçak önde gelenlerinin görevden el çektirilmesi üzerine ikinci bir grup daha bölgeye göç etmiştir. Ancak esas göç, yaklaşık bir asır sonra Moğolların Gürcistan’a girmesi üzerine olmuştur. İlhanlılardan Ahıska bölgesini ikta alan Sargis önderliğindeki Ortodoks Kıpçaklar, 1267’de batıda Ardeşen’e kadar olan yöreye yerleşmiş ve bölge, 1479’da Osmanlı hâkimiyetine geçinceye kadar burada müstakil bir hayat sürmüşlerdir. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Tellioğlu, XI-XIII. Yüzyıllarda Türk Gürcü İlişkileri, Trabzon 2009, s. 72-132.

    [23]    Mehmet Bilgin, Sarıalizadeler (Sarallar), Trabzon 2006.

    [24]    M. Hanefi Bostan, XV-XVI. Asırlarda Trabzon Sancağında Sosyal ve İktisadî Hayat, Ankara 2002, s. 342 vd.

    [25]    Mehmet Bilgin, Doğu Karadeniz, Trabzon 2000, s. 96 vd.

    [26]    M. H. Bostan, Arşiv Belgelerine Göre Karadeniz’de Nüfus Hareketleri, s. 73-81.

    [27]    Bu ailelerin Osmanlı belgelerinde yayıldığı yerler hakkında bkz. Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşivi Belgeleri’ne Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaâtlar, İstanbul 1979; Yusuf Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, OymaklarI-VI, İstanbul 2011.

    [28]    Peter Bartl, Millî Bağımsızlık Hareketleri Esnâsında Arnavutluk Müslümanları (1878-1912)(nşr. A. Taner), İstanbul 1998, s. 161 vd.

    [29]    Mariam Lordkipanidze, Georgia in the XI-XII. Centuries, Tbilisi 1987, s. 89 vd.  

    [30]    G. Nakrakas, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni, s. 222.

    [31]    Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Tursun, Of’un Sosyo-Kültürel ve Dini Yapısı Üzerine Bir İnceleme, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas 1998, s. 51-112.

  • Trabzon İmparatorluğu

    Trabzon İmparatorluğu ya da Tzaniti (Lazistan) Krallığı (Yunanca: Αυτοκρατορία της Τραπεζούντας, bazı kesimler tarafından bilinen halk dilindeki adıyla Trabzon “Rum” İmparatorluğu), Orta Çağ‘da Doğu Karadeniz‘de kurulmuş yerel krallık. Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Bizans İmparatorluğu‘nun yıkılmasından kısa bir süre önce bağımsızlığını ilan etmiş (Mart/Nisan 1204) ve 257 yıl boyunca Roma İmparatoru olarak Karadeniz kıyılarına hükmetmişlerdir.

    Genelde Trabzon İmparatorluğu olarak bilinen devletin sık kullanılan 3 ismi vardır:

    • İmparatorluk Trabzon merkezli olduğu için Orta Çağ’da ünlü olan başkentinin adıyla yani “Trabzon İmparatorluğu” olarak adlandırılmıştır.
    • Bizans tarihçisi Yeoryos Pahimeris tarafından “Laz Sınır Devleti” olarak anılan ülke topraklarının yöneticileri de “Laz Kralları” olarak anılmışlardır. Selçuklu Hanedanıtarafından Tzanika/Canik Kralı olarak adlandırılan Trabzon İmparatorları, Tarihçi İbni Bibi tarafından “Tzaniti Kralları” olarak tanımlanmışlardır.

    Caniti/Tzaniti: Tzan (Laz ulusal ismi) + iti (Lazca’da ülke, toprak belirten son ek) yani Lazistan Krallığı anlamına gelmektedir.

    Bazı kesimler tarafından Trabzon İmparatorluğu’na Trabzon “Rum” İmparatorluğu yakıştırması yapılmışsa da gerçekte ne imparatorluk kayıtlarında ne de diğer çağdaş kayıtlarda böyle bir adlandırma olmayıp bu söylem 20. yüzyılda siyasi amaçlar için kullanıldığı düşünülebilir.

    Trabzon İmparatorluğu sınırları en geniş olduğu zamanda batıda Karadeniz Ereğli‘sinden doğuda Fasis‘e doğru uzanan yaklaşık 1000’kmlik sahil şeridine yayılıyordu. Karadeniz’in kuzeyinde günümüzde Rusya dahilinde bulunan Kırım‘daki Kherson ve Kerç toprakları da Trabzon kontrolündeydi.

    İmparatorluk toprakları geniş çaplı tarıma müsaade etmeyen dağlık bir yapıya sahipti. Fakat transit ticarette önemli bir konumda bulunan topraklar tarıma elverişli olmasa da dağlık ve ormanlık arazisinden dolayı savunma açısından avantajlıydı.

    Trabzon İmparatorluğu, genellikle katıldığı muharebelerde etkisiz olsa da tamamen savunmacı bir dış politika izlemekteydi. Bu bağlamda Bizans‘ın Geç Dönemine benzemektedir. Başlangıçta oldukça geniş topraklara sahip olan Trabzon İmparatorluğun şehirlerini ve kasabalarını, dağlara sızabilen örgütlü Türkmenler işgal etmiştir.

    Devletin kurucuları olan Komninos Hanedanı, General İsaakios Komninos zamanında Bizans İmparatoru VI. Mihail‘e darbe yaparak tahtı ele geçirmiş, 100 yıldan uzun bir süre Bizans İmparatorluğu’nu yönetmişlerdir. Fakat İstanbul’un Haçlılar tarafından işgal edilmesinin ardından Komninos Hanedanı’nın üyeleri Aleksios ile David, halaları Gürcü Kraliçesi Büyük Tamar‘ın yardımıyla ata yurtları Karadeniz’e sığınmışlardır. Antik Kolkhis topraklarının doğu uzantısı olan Fasis’e sığınan kardeşler daha sonra Trabzon‘a sahip çıkmışlardır.

    I. Aleksios, Gürcülerin desteğiyle 1204 yılının Nisan ayında Trabzon’da imparatorluğunu ilan etmiştir. Trabzon İmparatorluğu’nu kurduğunda 22 yaşında olan I. Aleksios burada kendisini “Roma İmparatoru” olarak tanımlamıştır. Trabzon Ordusu’nun başkomutanı olan Aleksios’in kardeşi David, Laz ve Gürcülerden oluşan ordusuyla Paflagonya‘ya saldırmış böylece Karadeniz Ereğlisi ile Sinop arasındaki arazi de Trabzon topraklarına katılmıştır. Trabzon İmparatorluğu’nun batı yönündeki bu genişlemesi başta Bizans’ı, İznik İmparatoru’nu ve Selçuklu Türklerini rahatsız edince yeni savaşlar patlak vermiş Trabzon İmparatorluğu Sinop’un doğusuna geri çekilmek zorunda kalmıştır. Pek çok savaşta Trabzon Ordusu’na kumanda eden David bu savaşlarda henüz 20’li yaşlardayken can vermiştir. Sinop’ta bir ziyafet sırasında Selçuklular tarafından yakalanan ağabeyi Aleksios de, ya Sinop’tan çekilmek ya da ölmek arasında seçim yapmaya mecbur edilmiş, Sinoplular Trabzon’a bağlı kalmak istediklerinden Aleksios ölse bile Trabzon tahtının varisleri olduğunu öne sürerek Selçuklu hakimiyetine girmeye yanaşmamışlarsa da şehir 1214 yılında zorla ele geçirilmiştir. Trabzon İmparatorluğu’nun savunmasını güçlendirip, Trabzon ticaretini zenginleştiren I. Aleksios; 18 yıl hükümdarlık yaptıktan sonra 1222 tarihinde 40 yaşında ölmüştür. Cenazesi Trabzon’daki Eugene Kilisesi’ne (Yeni Cuma Camii) defnedilmiştir.

    Yükselme Devri

    I. Aleksios’tan sonra tahta geçen I. Andronikos döneminde Selçuklularla şiddetli çarpışmalar yaşanmıştır. Selçuklu HanedanıTrabzon’u kuşatmış fakat geri çekilmek zorunda kalmışlardır, müstahkem yerlerde kurulan Selçuklu kampları da Maçkalı ve Gümüşhaneli yerliler tarafından baskınlara uğratılmıştır. Trabzon İmparatoru Andronikos bu zaferler onuruna sütunlar diktirmiş ve kendi adına altın sikke bastırmıştır.

    Trabzon İmparatorluğunun ilk dönemlerinde kullandığı bayrak.

    Andronikos saltanatını takiben I. İoannis başa geçmiş onu da I. Manuil izlemiştir. Onun saltanatı sırasında 13. yüzyılın ortalarında Moğollardan kaçan Türkmenler Anadolu’ya gelmeye başlamışlardır. I. Manuil’in Moğollarla iyi ilişkiler geliştirmesiyle Trabzon ticari önemini korumaya devam etmiştir. Trabzon Ayasofya Kilisesi onun döneminde inşa edilmiştir. Yine aynı yüzyılda Ceneviz ve Venedikli İtalyanlarTrabzon İmparatorluğu’ndaki ticari faaliyetlerini geliştirmeye başlamışlardır. Trabzon ile Selçuklu arasında sürekli olarak çatışmalara neden olan Sinop, İmparator Georgios tarafından da kuşatılmıştır. Georgios, Bizans karşıtı politikasıyla dikkat çekmiştir. 13. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’daki Haçlı işgali bazı aşamalardan sonra yerini Paleologos Hanedanı‘na bırakmıştır. Böylece işgalden kurtulan Bizans İmparatorluğu tahtına VIII. Mihail oturmuş kendisinin yeni Roma İmparatoru olduğunu Trabzon’dakilerin ise Laz Kralları oldukları beyanında bulunmuştur. Böylece Laz Kralı olarak nitelediği II. İoannis‘i İstanbul’a davet eden VIII. Mihail, Trabzon İmparatoru’nu, kızı Eudokia ile evlendirmiştir. Ardından I. Manuil ile ikinci karısı Gürcü Prensesi Rusudan’ın kızı Teodora bir darbeyle Trabzon tahtına oturarak imparatoriçe olmuşsa da daha sonra II. İoannis tekrar tahta geçmiştir. Tüm bu karışıklıklar arasında da Türkmenler Gümüşhane’nin kuzeybatısına saldırmışlardır.

    Trabzon surları

    Trabzon İmparatorluğu en parlak dönemini II. Aleksios döneminde yaşamıştır. Onun döneminde Giresun‘a sızmaya çalışan Türkmenler bu bölgelerden çıkarılmışlardır. Ceneviz etkisini de kırmaya çalışan Aleksios, Venediklilerle anlaşmalar yaparak ticaretin Ceneviz tekeline girmesini engellemeye çalışmıştır. İmparatorluğun savunmasını da arttırarak gece-gündüz devriye gezecek güvenlik kuvvetleri oluşturmuştur. Fakat II. Aleksios döneminde Tzanikhiti ve Kamakheni gibi köklü aileler de Trabzon İmparatorluğu’nun yönetimine karışmaya başlamışlardır.

    İç Savaşlar Dönemi

    Ana madde: Trabzon İç Savaşı

    1265 yılında Trabzon İmparatorluğu

    II. Aleksios’dan sonra tahta çıkan III. Andronikos döneminde ilk kez iç savaş ve Megadük İoannis önderliğinde isyan çıkmıştır. Bunun sebebi Andronikos’un tahta çıkar çıkmaz kardeşlerini öldürtmesidir. Halk bunu hoş karşılamayarak onun soyunu tahttan men etmiş yerine ise Gürcü lider Bekha’nın diğer torunu Basileios‘u tahta çıkarılmıştır. Basileios döneminde merkezi otorite iyice zayıflamış Samsonlar, Tzanikhitiler, Kamakheniler gibi yerli aileler kendi topraklarında özerk hareket etmeye başlamışlardır. Basileios, bu hareketlerin önünü alabilmek için Megadük Lekes Tzatzintza ile oğlu Trabzon Ordusu’nun başkomutanı Tzamba’ya suikast düzenletmiştir. Basileios’un yerel lordları öldürmesiyle gerginleşen ortama halkın hoş bakmadığı başka durumlar da eklenince bir Güneş tutulmasında halk imparatora başkaldırmıştır. Daha sonra Basileios’u zehirleyen ilk eşi Trabzon tahtına oturmuştur. Fakat o da Basileus’un kendisini bırakarak evlendiği ikinci eşi İrini‘yi ülkeden kovunca tekrar iç savaş çıkmıştır. Karadenizli Komninosların haricinde birinin, kendilerinden olmayan bu Konstantinopolisli Kraliçenin tahtta oturmasından rahatsız olan yerlilerden Sebastian Tzanikhiti ve diğer yerli kabileler Hagios Eugenius Manastırı‘nı ele geçirmişlerdir. Daha sonra Konstantinopolis’dan gönderilen kuvvetler bu isyanı bastırıp ele başlarını idam ettirseler de Laz Lordlarından Anakutlu’nun torunu II. Aleksios’un kızı Anna, yerli askerlerin yardımıyla Trabzon tahtını ele geçirmiş, Kraliçeyi de Konstantinopolis’e geri göndermiştir. Anna’nın tahta geçmesi yerlilerin güçlenmesi Yunanların bölgedeki etkinliğini kaybetmesi demekti. Bu yüzden Konstantinopolis, hemen Trabzon tahtına geçmesi için ve Bizans taraftarı olması için- Mihail‘i desteklemek üzere 3 gemi asker göndermiştir. Yunanlar tarafından törenlerle yeni hükümdar ilan edilen Mihail’in hakimiyetine başta sessiz kalınır gibi görünse de hemen sabahına sarayı basan Lazlar, Mihail’i yaka paça dışarı atmış gemilerle gelen Bizanslıları da öldürmüşlerdir. Fakat daha sonra Ceneviz gemileriyle Trabzon’a gelen III. İoannis, İmparatoriçe Anna’yı boğdurarak başa geçmiştir.

    1300’lerde Trabzon İmparatorluğu ve etrafındaki ülkeler.

    Trabzon İmparatorluğu 1340’larda büyük bir veba salgınıyla sarsılmıştır. Ardından İtalyanlar Giresun’u yağmalamışlardır. Bu olaylar üzerine Türkmenler de büyük bir orduyla gelerek imparatorluğu ele geçirmeye çalışmışlarsa da çok ciddi kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. III. Aleksios iç çatışmalara bir son vermeyi amaçlamış ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Onun döneminde İoannis Tzanikhiti’nin, Gümüşhane’deki Tzantzak/Canca Kalesi’ni ele geçirmesi gibi küçük anlaşmazlıklar da yaşanmıştır.

    1400’lü yıllarda Trabzon İmparatorluğu

    Gerileme Dönemi ve Çöküş

    Tüm iç karışıklıklar, veba salgını, depremler, İtalyan ve Türkmenlerle girilen çatışmalar Trabzon İmparatorluğu’nu zayıf düşürmüş ve Panaret’in Kronik’inde “felaket” olarak adlandırılan Gürcistan‘ın Timur tarafından işgali gerçekleşmiştir. 15. yüzyıla girerken de Osmanlı Devleti ile Trabzon İmparatorluğu artık sınır komşusu olmuşlardır. Aynı dönemde Türkmenler de Giresun’a girmişlerdir. Trabzon, Osmanlı tarafından ilk kez 1440’larda kuşatılmışsa da alınamamıştır. Yine akabinde Şeyh Cüneyd önderliğindeki Türkmenler, Trabzon’u kuşatmışlarsa da geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Son olarak Fatih Sultan Mehmed 1461 yılında 140.000 kişilik ordusuyla gelerek yaklaşık bir aylık bir direnişten sonra şehri teslim almıştır.

    Osmanlı Dönemi

    Trabzon Vilayeti

    Trabzon, Osmanlı fethinden sonra da aşağı yukarı eski yönetim alanına göre eyalete çevrilmiş bu eyalete de Trabzon Eyaleti adı verilmiştir. 1800’lerde de daha çok kültür ve ekonomik yapısına göre yeniden organize edilen topraklar Canik(Samsun), Gümüşhane(Canca), Lazistan(Caneti) ve Merkez (Trabzon) sancakları olmak üzere 4 büyük idari bölümden oluşan Trabzon Vilayeti‘ne dönüştürülmüştür. Böylece Trabzon İmparatorluğu’nun kuruluşundan cumhuriyetin ilanına dek varlığını koruyan idari yapıyla Trabzon şehri yüzlerce yıl boyunca SamsunOrduGiresunGümüşhaneRizeArtvinBatum gibi illerin merkezi statüsünde olmuştur.

    Toplum

    İmparatorluk halkı öteden beri KsenofonArrianus ve Prokopius gibi Antik Çağ’ın ünlü yazarları tarafından da aktarıldığı üzere antik Kolkhis Krallığı‘na dek uzanan Tzanik kökenden gelmektedir. Trabzon İmparatorluğu’nda nüfusun büyük çoğunluğunu da kadim zamanlardan beri bölgede ikamet eden Kafkas kökenli Tzanlar (Lazlar) oluşturmaktadır. Bu durum imparatorlukla çağdaş tarihçilerin belgelerine de yansımış ve Trabzon İmparatorluğu “Tzaniti (Lazistan) Krallığı” olarak anılmıştır. Aynı durum Bizans İmparatorluğu‘nun kendisi tarafından da onaylanmış ve Trabzon İmparatoru “Laz Hükümdarı” olarak tanımlanmıştır. Yine Tzanika/Canik (Samsun, Ordu, Giresun), Tzantzak/Canca (Gümüşhane), Tzaneti/Caneti (Rize, Artvin) gibi yer adlarında da Tzan izleri görülmektedir.

    Antik Çağ Tzan Krallığı Kolkhis.

    Rum kelime anlamı itibarıyla “Romalı” demek olup çoğunlukla Bizans vatandaşlarını tanımlamaktadır. MÖ 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu ile mücadeleye girişen Karadenizliler aynı yüzyılın ortasında yarım milyonun üzerinde insanın ölümüyle sonuçlanan savaşlar sonucunda 1300 yıl sürecek Roma hakimiyetine girmişlerdir. Roma bölgeyi ele geçirse de takip eden yüzyıllarda bölgede hakimiyetini tam olarak sağlayamamış 6. yüzyıla kadar çarpışmalar ara ara devam etmiş, Roma en elit lejyonlarından “Güneş Tanrısı’nın kulları” anlamına gelen “Apollinaris” adlı lejyonunu Doğu Karadeniz’de mevzilendirmiştir. I. Theodosius döneminde -halk arasında büyük bir kitleye yayılmasından da ötürü- Hristiyanlığı resmi din olarak kabul eden Roma, MS 4. yüzyılın sonunda Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu olarak ikiye ayrılınca Doğu Karadeniz toprakları Bizans hakimiyetinde kalmıştır. Doğu Karadeniz’de tam bir Roma hakimiyeti sağlamak isteyen I. Justinianus, General Tzittas komutasında bir ordu hazırlayarak Tzan kabilelerinin üzerine göndermiştir. Tzanlar parça parça kabileler halinde ve kralsız yaşadıklarından birleşerek büyük bir güç oluşturamamış bu yüzden Bizans bölgede hakimiyetini kurmuştur. Ancak zaten önceden kimlik bakımından çatışan Tzanlar ile Romalılar bu kez inanç bakımından da karşı karşıya geleceklerinden Bizans’nın bölgeye Hristiyanlığı aşılamaya başlaması bölgede Rumlaşma (Romalılaşma) sürecini başlatmıştır. Fakat halk Roma (Rum) vatandaşlığına asimile olsa bile “Tzan/Laz” gibi isimleriyle kendi kimliğini tanımlamaya devam etmiştir.

    Trabzon İmparatorluğu halkını tasvir eden bazı İtalyan gezginler ve Arap yazarlar bu halkın fertlerinin dış görünüşleri bakımından çok güzel olduklarını belirtmişlerdir. Tarihçiler de imparatorların dış güzelliklerini Kafkas kökenlerine borçlu olduklarını belirtmişlerdir.

    Trabzon İmparatorluğu toplumu gelenekçi ve feodal bir yapıya sahiptir. Yeni gelen din ile anadil değişse de ulus yapısının çok da değişmediği göze çarpmaktadır. Zira bağımsızlıklarına düşkün olan Tzan aile önderleri ve kabile şefleri bazen Trabzon İmparatorluğu’na bağlı hareket etseler de bazen de başlarına buyruk hareket etmişler hatta Trabzon Sarayı’nın idaresine karışmışlardır. (Bu ulusal yapı binlerce yıl boyunca böyle süregelmiş ve yabancılara karşı güçlü bir birliğin oluşturulmasına engel olmuştur.) İçlerinden en etkilileri “Büyük Düka” unvanına sahip yerel liderler ve ordu komutanları; “John(Yahya)”, “Michael(Mihail)”, “David(Davud)” gibi Hristiyan isimlerine sahip olsalar da “Tzanikhiti, Kabaziti, Kamakheni..” gibi yerli soyadları alarak kimliklerini koruma uğruna sergiledikleri duruşlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu halkın savaşçılığını konu alan bazı tarihi kayıtlarda da yine İtalyanlar ve Araplar; savaş alanında sayıca az olsalar bile Trabzon İmparatorluğu halkının korkusuz, avının kaçmasına izin vermeyen ürkütücü aslanlar gibi savaştıklarını aktarmışlardır.

    Din

    6. yüzyıla kadar Güneş merkezli Tzan inanışının hakim olduğu Doğu Karadeniz toprakları 6. yüzyılda Bizans hakimiyetiyle Hristiyanlığa geçmeye başlamıştır.

    Tzan inanışı

    Kökleri Kolkhis Krallığı‘na ve daha öncesine uzanan yerli Tzan inanışı Güneş merkezlidir. Antik dünyada Güneş’in Doğu Karadeniz topraklarından yükselmeye başladığına, Tzanların başına geçen kralın da Güneş’in oğlu olduğuna inanılmıştır. İnanç bu yönleriyle ünlü Altın Post Efsanesi’ne yansımıştır. Bu inançta aynı zamanda ağaçlar ve kuşlar da kutsaldır. Roma İmparatorluğu Karadenizlilerin bu inancını bildiğinden yörenin savaşçı halkına karşı kurnaz bir hamle yaparak “Apollinaris: Güneş Tanrısı’nın sadık kulları” adlı lejyonunu Tzantzak’ta (Gümüşhane) mevzilendirmiştir.

    Tzan inanışının 6. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş terk edildiği bilinse de tam olarak ne zaman geri plana düştüğü bilinmemektedir. Ancak bazı yerlerde geç dönemlere dek gizli gizli bu inançların sürdürüldüğü tarihi kayıtlara yansımıştır. Karadeniz’de Germak’oçi, Karakoncoloz adıyla bilinen efsanevi korkunç yaratıklar ve suyla ilgili (bazen ıslatılma, yıkanma bazen de sudan kaçınma) gelenekler bu antik inanışın günümüze kalan izleridir.

    Hristiyanlık

    Tzan toplulukları ilk kez Lazika Krallığı döneminde 6. yüzyılda resmi olarak, eski dinlerinden Hristiyanlığa geçmeye başlamışlardır. Aynı yüzyılda tüm Doğu Karadeniz’de yürütülen faaliyetler yerli kabileleri pagan inançlarından Hristiyanlığa döndürmeye yöneliktir. Bizans bu politikasına yönelik bölgede pek çok kale ve kilise inşa ettirmiştir. Tzanların eski inançlarına ve izole yaşantılarına dönmelerini engellemek uğruna yol açtırmak için de ormanları kestirmeye başlamıştır. Böylece bölgede Hristiyanlık yayılmaya başlamış ve bunun bir neticesi olarak 600 yıl sonra Ortodoks Hristiyan karakterli, yerel Trabzon İmparatorluğu kurulmuştur. Bahsi geçtiği üzere halk Slavlar, Yunanlar ve Gürcüler gibi Ortodoks Hristiyanlık mezhebine mensuptu. Hristiyanlığın Ortodoks mezhebinin merkezi İstanbul’daki Romalıların (Rum) Ortodoks Patrikhanesi olduğu için de bu mezhebe bağlı topraklar “Rum toprakları” olarak anılmıştır. Konstantin Mihailović, gibi tarihçilerin de Gürcistan’ı dahi “Rum ülkesi” olarak anmasının ve çoğunluğunu Slav kökenli etnik unsurların oluşturduğu Balkan topraklarının da “Rumeli” olarak adlandırılmasının sebebi budur. Bu adlandırmanın sebebi bahsi geçen yöre insanlarının çoğunun Ortodoks Hristiyanlık mezhebine bağlı ve önemli kesiminin Bizans hakimiyetinde olmasından kaynaklanmaktaydı. Yüzlerce yıllık bu Roma etkisi öylesine özdeşleşmişti ki Türklerin Anadolu’da kurduğu Anadolu Selçuklu Devletibile “Rum Selçuklu Devleti” olarak da anılmıştır.

    Anadolu, Orta Doğu özellikle de Kafkasya‘da etkili olan ve saygı duyulan Trabzon İmparatorları, Papa IV. Nicolaus ve Papa XXII. İoannes tarafından Katolik mezhebine katılmaya davet edilseler de imparatorlar bunu reddetmiştir. Fakat Kafkas Piskoposlarının atanması konusunda İstanbul’un dahi yok sayılması dikkat çekicidir. Müslüman hükümdarlarla da evlilik bağı kuran Trabzon İmparatorları bu yüzden bazı Hristiyan çevrelerden tepki görmüşlerdir. 15. yüzyılda Trabzon’un fethiyle Osmanlı İmparatorluğu‘na bağlanan halk bu tarihten sonra yavaş yavaş İslam’a girmeye başlamıştır. Tzaniti Antik Kenti Sivas Koyulhisar Güzelyurt köyü Delikçe yaylasında bulunmaktadır. Günümüzde Tzaniti Antik Kentinden geriye yalnızca şekilli taşlar ve taştan taht kalmıştır. Tzaniti Antik Kentinin MÖ 1300’lü yıllarda ibadethane olarak kullanıldığı düşünülmektedir. İlk Tzan’lıların doğal taşlara şekil vererek yaptıkları Tzaniti Baş Tapınağının bazı kalıntıları günümüzde de mevcuttur.

    Dil

    MS 6. yüzyılda Hristiyanlığın yayılmasıyla Bizans İmparatorluğu‘nun resmi dili Latince‘den Yunancaya çevrilmiş, devlet ve ticaret diline egemen olan Yunanca kilise dili de olunca yeni yayılan dinle birlikte kutsal bir dil konumuna büründürülmüştür. “Tanrı’nın Evi” kabul edilen kiliselerde edilen dualarda Tanrı’ya ulaşılan dil olarak görülen Yunanca bölgede kök salıp yaygınlaşmış, Tzan Dili geri plana düşmüş neticede Yunanca karşısında erimiştir. Halk bu yeni gelen dile “Roma’nın Dili, Roma’ya ait olan dil” anlamına gelen “Romeika” adını vermiştir. Tzan Dili‘nden pek çok sözcüğü de alarak yayılan bu yeni dil akademikleşmediği için doğal olarak bozuk bir Yunanca olarak kalmış ve bugün Kafkas gırtlağıyla konuşulan Türkçenin Karadeniz Şivesi gibi benzer bir aksanla Yunancayı konuştukları için yöre halkı, Yunanlar tarafından her zaman “Tsannoi/Lazoi” yani Lazlar olarak tanımlanmışlar böylece şive asıl kökeni belirten bir işaret olarak iki topluluk arasındaki mesafeyi her zaman korumuştur. Bununla birlikte Bizans İmparatorluğu etkisinin daha az görüldüğü doğunun sarp kesimlerinde küçük topluluklar Tzan dilini yaşatmaya devam etmiş neticede bugün Lazca olarak bilinen dil asimilasyondan kurtulup günümüze ulaşmayı başarmıştır.

    Siyaset

    Komnene Hanedanı üyeleri 100 yıldan uzun bir süre Bizans İmparatorluğu’nu yönettiklerinden tekrar eski mevkilerine kavuşmayı planlayarak oturdukları Trabzon tahtında kendilerini “Tüm Rumların (Romalıların) Hükümdarı” olarak adlandırmışlardır. İstanbul’daki Haçlı işgalinin kalkmasının ardından Bizans tahtına oturan VIII. Mihail döneminde Trabzon İmparatorlarının bu tutumu eleştirilmiş ve Trabzon İmparatoru II. İoannis‘in Rumların (Romalıların) İmparatoru falan olmadığı ancak Laz Kralı olduğu belirtilmiştir.

    Ortodoks Hristiyan inancı sebebiyle İstanbul’a bağlı olan devlet bu yüzden Bizans ile arasını iyi tutmaya çalışmıştır. Genel olarak Gürcülerle, Megrel (Kuzey Tzan) Lordlarıyla geç dönemlerde de Akkoyunlu Türkmenleriyle iyi ilişkiler geliştirmiş, özellikle Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Trabzon İmparatorluğu’nun yanında yer almıştır. 14. yüzyılda Karadeniz ticaretine atılan İtalyanlarla karşı karşıya gelinmiş ve Trabzon İmparatorları Karadeniz ticaretinin Ceneviz tekeline girmesini engellemek için Venediklilere bazı imtiyazlar tanımışlardır.

    Bununla birlikte Trabzon İmparatorluğu’nun en önemli siyasi sorunu iç çatışmalardır. Devlet kendi içinde savaşmaktan yıpranmış bu da yabancı topluluklara toprak kaybedilmesine sebep olmuştur.

    Bilim ve Sanat

    Trabzon İmparatorluğu dış dünyayla ilişkisini artıran bir devlet olarak tarih sahnesine çıktığında etrafında olup bitenden yararlanarak bilim ve sanatta önemli adımlar atmış, astronomi dalında kayda değer çalışmalarda bulunmuş özellikle tarihi kayıtlarını tutmasıyla kendi geçmişine az çok ışık tutabilmiştir.

    Astronomi

    Bağımsız olarak yönettikleri tüm devletlerde İran ile her zaman temasta olmuş olan Karadenizliler, Trabzon İmparatorluğu döneminde de İran ile iyi ilişkiler geliştirmiş ve astronomi alanındaki araştırmaları Trabzon’a taşıyarak geliştirmişlerdir. Bu duruma öncülük eden Grigorios HioniadisBuhari‘den öğrendiği astronomi bilgileriyle döndüğü ülkesinde bir astronomi okulu kurmuştur. Bizans, burada geliştirilerek bir astronomi atlası haline getirilen bilgileri Trabzon’dan öğrenmiş buradan da Avrupa’ya yaymıştır.

    Tarihçilik

    Trabzon İmparatorluğu’nu kendinden önceki üç güçlü yerel devletten ayıran en önemli özelliği bir Hristiyan krallığı olmasının yanında kendi tarihi kayıtlarını da tutmaya başlamasıdır. Devlet tarihi III. Aleksios’un Başdanışmanı Michael Panaret isimli bir saray tarihçisi tarafından tutulmuştur. İmparator III. Aleks ile pek çok sefere katılan Panaret eserinde, 1426 yılına kadar tahta geçen hükümdarları, yapılan savaşları ve iç karışıklıkları konu almaktadır. Bazı tarihçiler Panaret’in kendinden önceki dönemler hakkında verdiği bilgilerin kronolojik düzenine bakarak Trabzon Sarayı’nda bir devlet arşivi bulunduğunu ve yazarın eserini kaleme alırken bu arşivden faydalandığını öne sürmüşlerdir. “Kronik” olarak adlandırılan bu eser RusçaFransızca ve Almanca gibi dillere çevrilerek yayımlanmıştır.

    Mozaik-Fresko

    Trabzon Ayasofya Kilisesi’nden bir fresk.

    Roma İmparatorluğu genelinde rağbet gören bir sanat olan mozaik-fresk sanatı özellikle Hristiyanlık sonrası dini objelerin çizimiyle yaygınlık kazanmış, Trabzon İmparatorluğu genelinde inşa edilen kilise ve manastır gibi yapıların içleri fresklerle bezenmiştir. Islak sıvanın üzerine dini objelerin tasvir edildiği eserlerde İsaMeryemÂdem ve Havva, melekler ve azizlerin yanı sıra imparatorların tasvirleri de yer almaktadır.

    Ekonomi

    Büyük ölçüde ticaret ve bu yolla kazandığı vergilerle ekonomisini güçlendiren devlet geniş çaplı tarım yapmasa da, dünya ticaretinde önemli bir yeri olan fındık ve üzüm yetiştiriciliğinde hatırlı bir üne sahiptir.

    Tarım

    Trabzon topraklarında Orta Çağ’da Tzanika/Canik adıyla anılan Samsun ili toprakları dışında geniş çaplı tarım yapılabilecek arazi yoktu. İmparatorluk arazisinin büyük bir bölümünü ormanlık alanlar oluşturmaktaydı. Günümüzün büyük tarım alanları da bu ormanlık arazilerin zaman içinde yer yer yok olmasıyla ekilmeye başlanmıştır. Bu yüzden günümüzde de yaygın olduğu üzere geniş çaplı yetiştiriciliği yapılan ürün fındıktır. Trabzon İmparatorluğu’nun en önemli ihraç ürünlerinden biri olan fındığın ihtiyaç fazlası devlet limanlarından ticari gemilere yüklenerek batılılara satılıyordu.

    İmparatorluğun 15. yüzyıldaki durumunu anlatan bir Alman da Lazia olarak bahsettiği Giresun’da bol miktarda şaraplık üzüm yetiştirildiğini bildirmiştir. Bunlarla birlikte ülkede geniş çaplı meyve üreticiliği yapıldığı bilinmektedir.

    Ticaret

    13. yüzyılda tüm Avrasya’da etkisini gösteren Moğol istilası dünya tarihinde pek çok şeyi değiştirmiştir. Merkez olarak İran’ın kuzeyindeki Tebriz‘i seçen İlhanlılar, Karadeniz ticaretinin önem kazanmasını sağlamışlardır. Ve o çağda ticaretin önem kazanması öncelikle güvenliğe bağlı olduğundan Trabzon Devleti korunaklı yapısıyla bu ticaret yolu üzerinde kilit noktalardan biri haline gelmiştir.

    Tarihi İpek Yolu üzerinde böyle kritik bir öneme sahip bir coğrafi konumu olan Trabzon İmparatorluğu bu avantajıyla Karadeniz ticaretinde önemli bir paya sahip olmuştur. Ticari öneminin artmasıyla İtalyanlara karşı da avantajını iyi koruyan imparatorlar başlarda vergiyi yüksek tutarak büyük bir gelir sağlamış, devlet ihtiyaç fazlası ürünlerini de dışarıya ihraç etmiştir. Bu ürünlerin başlıcaları gümüş, demir, şap, kereste, şarap, kumaş ve fındıktır.

    Gümüş ve demir ustalığı kadim zamanlardan beri meşhur olan yöre, zengin ormanlık arazisi sayesinde kereste ihracını da önemli bir gelir kapısı olarak görmüştür. Ayrıca şap maddesini Anadolu‘yu Karadenizlilerden aldıktan sonra öğrenen “Batı”, Trabzon İmparatorluğu döneminde de Karadeniz’den şap ithal etmeye devam etmiştir.

    Denizcilik

    Doğu Karadeniz kıyılarında kurulan Kolkhis KrallığıPontus Krallığı ve Lazika Krallığı‘nda olduğu gibi Trabzon İmparatorluğu da bir deniz devleti olması dolayısıyla imparatorluk ömrü boyunca Doğu Karadeniz sularında devriye gezmek ve ordularını nakletmek için sürekli bir donanma bulundurmuştur. Bu donanmanın komutanı da Büyük Düka unvanını taşıyan soylulardan seçilmiştir. Deniz kuvvetleri komutanlığı görevi Karadenizlilerde çok önemliydi. Çok eski çağlardan beri denizcilikle uğraşan halkın Roma’yla giriştiği mücadelelerde de kilit rolü donanma komutanları hatta korsanlar üstlenmiştir. Karadeniz-Roma savaşlarının sembollerinden biri yine Trabzonlu Laz bir Amiral olan ve “Yenilmez” unvanı taşıyan Aniket‘tir. İtalyanlara karşı girişilen mücadelelerde de Büyük Düka John Kabazit ve Tzanikhiti gibi önemli yerel liderler de Karadeniz’de can vermişler ve “Amiral” olarak anılmışlardır.

    İmparatorluk donanması çok büyük hantal gemiler yerine orta büyüklükte ve seri bir şekilde manevra yapabilecek gemilerden oluşuyordu. Bu gemi türleri genel olarak griparon ve paraskalmion olarak anılan ve Karadeniz’e has özellikler gösteren gemilerdir. Bununla birlikte Tzanların (Lazların) kendilerine has ve kökleri antik Kolkhis’e dayanan meneksila tipi teknelerinin Osmanlı döneminde çeşitli formlarda gelişerek varlığını sürdürdüğü düşünülürse Trabzon İmparatorluğu tarafından da kullanılması kuvvetle muhtemeldir.

    Metalurji

    Metal işleme konusunda büyük bir üne sahip olan Karadeniz kabileleri, Antik Çağ‘ın en ünlü destanlarından Altın Post Efsanesi’ne ve “Güneş’in özdeşleştirdiği Gümüş’ün diyarından gelenler” olarak anıldıkları “İlyada Destanı”na konu olmuşlardır. Karadeniz kabilelerinin bu yetenekleri Trabzon İmparatorluğu döneminde de devam etmiş, madencilik ülke ekonomisinde önemli bir yer tutmuştur. Fakat imparatorluğun zengin maden yataklarının bulunduğu Torul civarı Türkmenler tarafından ele geçirilince madencilik faaliyetleri sekteye uğramış, imparatorluğa bağlı Torul Lordu’nun Türkmenlere karşı verdiği mücadelelere rağmen büyük ölçüde durmuştur.

    Savaş Aletleri

    Antik Çağ kaynaklarında genel olarak balta kullandıkları bilinen Karadeniz kabilelerinde Orta Çağ’da kılıç kullanımı yaygınlaşmıştır. Bizans İmparatorluğu hakimiyetinde gerek maden işletmeleri için kullanılan yakacak ihtiyacından dolayı ağaç kesimi yaygınlaşmış, gerekse Bizans’ın asimilasyon politikasından dolayı sistemli bir şekilde ormanlar katledilmiştir. Doğu Karadeniz’deki bu doğa tahribatı dolaylı olarak atlıların daha kolay hareket edebilecekleri araziler meydana getirmiş bu durum da süvari birliklerinin oluşturulmasına ortam hazırlamıştır. Okçu süvari ve mızraklı süvari birliklerinden oluşan Trabzon Ordusu’nu kılıçlı piyade birlikleri tamamlamaktadır.

    Nümizmatik

    Antik Karadeniz sikkeleriyle karşılaştırıldığında estetik özelliğini kaybettiği göze çarpan Trabzon sikkeleri genel olarak imparatorların siluetleri baz alınarak tasarlanmıştır. Para basımında başta gümüş temel alınsa da I. Andronik döneminde ilk Trabzon altın sikkesi basılmıştır. İlerleyen dönemlerde Gürcistan’da da yayılmaya başlayan Trabzon sikkeleri devletin güçlü ekonomisinin göstergelerinden biri olmuştur.

    Mimari

    Ev inşasında günümüz Doğu Karadeniz ev mimarisinin öncül formlarının kullanıldığı Trabzon İmparatorluğu döneminde, günümüzde önemli turistik merkezler haline gelen manastırlar, kiliseler ve kaleler inşa edilmiş, var olan yapılar da onarılıp geliştirilerek günümüzdeki görünümünü almıştır. Mimaride genel olarak Gürcü mimarisinden etkilenildiği göze çarpmaktadır.

    Trabzon İmparatorluğu
    1204-1461
    Portolan haritasıda tasvir edilen çift başlı kartal bayrağı (1385)Arma
    1204’te Latin İmparatorluğu‘nun kuruluşundan kısa bir süre sonra Trabzon İmparatorluğu. Haritada’da David‘in Herakleia Pontike(daha sonra İznik İmparatorluğu tarafından fethedildi) ve Sinope‘nin (daha sonra Anadolu Selçuklu Devleti tarafından fethedildi) fethini içeren kısa sürmüş seferleri gösterilmiştir.
    TürBizans İmparatorluğu‘nun halefi Gürcistan Krallığı‘nın bağımlı devleti (1204-1227)Moğol İmparatorluğu‘nun Vasalı (1243-1336)
    BaşkentTrabzon
    Resmî dil(ler)Pontus Rumcası
    Yaygın dil(ler)Lazca Batı Ermenicesi Eski Anadolu Türkçesi Liguryaca Latince
    Resmî din Rum Ortodoks Kilisesi
    HükûmetMonarşi
    Hükümdar 
    • 1204-1222 I. Aleksios• 1238-1263 I. Manuil• 1280-1297 II. İoannis• 1349-1390 III. Aleksios• 1459-1461 David
    Tarihçe 
    • Kuruluşu 1204• Konstantinopolis Kuşatması (1204)12 Nisan 1204• Moğol İmparatorluğu‘na boyun eğme 1243• Sinope‘nin kalıcı kaybı 1265• II. İoannis’in İmparatorluk iddialarından vazgeçmesi 1282• İç Savaşlar1340-1349• Trabzon’un Fethi15 Ağustos 1461
    ÖncüllerArdıllarBizans İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğuCeneviz CumhuriyetiTheodoro Prensliği
    Bizans İmparatorluğu tarihi
    dizisinin bir parçası
    Öncül
    Roma İmparatorluğu Dominatus
    Erken dönem (330-717)
    Tetrarşi dönemi Konstantin-Valentinianus dönemi Theodosius dönemi Leo dönemi Jüstinyen dönemi Herakleios dönemi Yirmi Yıllık Anarşi
    Orta dönem (717-1204)
    İsaurya dönemi Nikiforos dönemi Frigya dönemi Makedon dönemi Dukas dönemi Komninos dönemi Angelos dönemi
    Geç dönem (1204-1453)
    Dördüncü Haçlı Seferi ve Latin idaresi Latin İmparatorluğu Ahaya Prensliği diğerleri Bizans ardıl devletleri İznikEpir/SelanikTrabzon Theodoro Paleologos dönemi Mora Despotluğu Bizans İmparatorluğu’nun gerilemesi Konstantinopolis’in Düşüşü
    Konularına göre
    Donanma Ekonomi Hükûmet Ordu Sanat
    Kronoloji
    gtd

    Kaynakça Wikipedia

  • Hüseyin Avni Aker

    Hicri 1305 miladi 1889 yılında Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinin Çavuşlu Köyünde Hasan Beyin oğlu olarak doğmuştur. İlk ve Orta mektebi Trabzonda okudu. 1906 yılında Trabzon muallim mektebinden öğretmen olarak mezun oldu. İlk vazifesine Giresun ilinin Harşit ilçesinde başladı, 1925 yılına kadar sırası ile Torul ve Sürmene merkez ilkokullarında bir süre çalıştı. Subay olarak Balkan ve Birinci Dünya harplerinde görev aldı;

    Birinci Dünya ve İstiklal Harplerinde Teğmen ve Üst Teğmen olarak 4,5 yıl askerlik yapmıştır. Sakarya Meydan Muharebesinede katılmıştır, Yunan birliklerini denize döken ve İzmire ilk giren Subaylarımızdan biridir. Meydan Muharebesi sonrası Yüzbaşı vazifesi ile terhis olmuş Tezkere almıştır.

    Kurtuluş Savaşı sonrası Trabzonun merkez ilkokullarında öğretmenlik yaptı. 1922 yılında Trabzon Erkek Lisesinde İdman Birliğini kurdu. Öğretmen Okulu ve İdman Ocağı takımlarıyla yaptığı yarışmalarda birincilikler aldmıştır.

    1922 yılına gelinceye dek Ülkemizdeki spor kulüplerinin sayısı oldukça azdı, bunlarda belli bir kurul ya da organizasyona bağlı değildiler. Türkiye Spor Toplululuğu Birliği’nin kuruma gereksinim durumuna gelmişti. İlk aşamada aİstanbul ve İzmir kuruldu. Bir üçüncü grupta Trabzonda kuruldu, Türkiye İdman Cemiyetinin kurulmasında, Trabzon’daki Spor Kulüplerinin bir araya getirilmesinde Hüseyin Avni Aker’in büyük çabaları olmuştur. Kurulan İdman Cemiyetin başınada ilk Ali Sami Yen getirilmiştir.

    Beden terbiyesi Başmüfettişi olan Selim Sırrı Tarcan tarafından 1926 yılında İstanbulda açılan ve 10 Ekim 1928 ile 1 temmuz 1929 tarihleri arasında yapılan Beden Eğitimi Kursuna Hüseyin Avni Aker’de katılmıştır ve Beden Öğretmeni Diploması almıştır. Kurs sonrası dönüşte Trabzon Erkek Lisesine atandı.

    Trabzon tarihinin ilk Beden Eğitimi Öğretmenidir. 1938 yılına kadar Trabzon Erkek Lisesi, Ticaret Okulu, Öğretmen Okulunda görev yaptı. Bu tarihten sonra Trabzon Bölgesi Beden Terbiyesi Astbaşkanlığı görevine getirildi. 1944 Yılında ölümüne kadar bu görevi icra etti.

    Hüseyin Avni Aker Şöhret hanım ile evliydi, Ömer Faruk, Adnan, Aydın ve Türkan isminde 4 çocuğu vardı. 24 Ağustos 1944 vefat etmiştir.

    Hüseyin Avni Aker, Beden Terbiyesi Astbaşkanlığı görevinde iken Trabzon’a bir stat kazandırmak ve bugün stadın bulunduğu araziyi istimlak etmek için çok uğraştı. Onun bu çabası sonrasında adının verildiği stadı Trabzon futboluna kazandırdı.

    Hüseyin Avni Aker’in arkadaşı olan ünlü Beden Eğitimi Öğretmeni ve antrenör Hayri Gür stada Avni Aker adının verilme öyküsünü şöyle anlatıyor:

    “1940’lı yıllarda Hüseyin Avni Aker’le aynı okulda beraber çalıştık. Kendisi hem lisede öğretmendi hem de Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü’nde vali nezdinde asbaşkanlık görevini yürütüyordu. 1972-77 yılları arasında Trabzon’da Beden Terbiyesi’nde 5 yıl bölge müdürü olarak çalıştım. Bu sırada stad inşaatı tamamen bitmiş ve isim aranıyordu. Zamanın valisi Adil Ciğeroğlu başkanlığında bir genel kurul oluşturuldu. Bu genel kurul da ben de vardım ve Hüseyin Avni Aker ismini ben teklif ettim. Çünkü bu stada en çok onun emeği geçmişti. Sanat Okulu ile Yeni Mahalle arası o zamanlar uçurumdu ve bu uçurumu at arabaları ile toprak taşıyarak doldurduk. Toprağı zemine serdikten sonra çimleri ekmeye başladık. Daha sonra ise altmış kişilik kapalı tribün ile açık tribün yaptık. O zamanın parasıyla tüm bunlar 40 bin liraya mal olmuştu. Tüm bunları vali Ciğeroğlu’na anlatınca o da bana hak verdi ve stada Avni Aker’in isminin verilmesini istedi. O zamanlar buna tek karşı çıkan Ziyad Nemli olmuştu. Nemli, stada İdmanocağı‘nın eski kaptanı Rıza Kuğu’nun adının verilmesini istiyordu.”

  • Anahtar

    Neden esinlendim ANAHTARI konu ettim, neden aklıma ve fikrime düştü? Sağolsun Anahtar Parti Genel Başkanı Sayın Yavuz Ağıralioğlu sebep oldu diyebilirim. Yavuz bey öncelikle iyi bir insan, ve çok iyi bir idealisttir. İşte bu özellikleri kendisine saygı duymamda ki önceliklerdir. Fikirlerine saygı duymamdaki sebeptir,

    Genç ve dinamik bir siyaset 2023 yılı demografik verilerine göre yaş ortalaması 34 olan Türkiyemizin en doğal gereksinimidir.

    Sayın Karaalioğlu ANAHTAR partisi ve partinin logosu anahtar ile gönül kapılarının kilitlerini açmayı hedeflemiş ve Türk siyaset hayatına yeni bir soluk getirmiştir. Her insan bir kapıdır; kapı kapalıyken, nazikçe anahtarı arayın! Unutmayın ki her kapının bir anahtarı vardır! Deyişinde anahtar her ne kadar mecaz içersede nezaket gönül kapılarının açarıdır.

    Vira bismillah demeli, okumalı dinlemeli gerekirse desteklemeli. İçinde bulunduğumuz İRONİDEN sadece idealizm ve iyilik ile çıkabileceğimiz unutmadan, kırmadan, dökmeden yeni bir sabaha günaydın diyelim.

  • Kaşif Kozinoğlu

    Böüm 2

    1979 da, Eğridir Dağ ve komando Okulunda Teğmen iken ABD de NATO üyesi Ülkeler arasında yapılan atıcılık, yakın boğuşma, dağcılık, pusu, hayatta kalma (dayanıklılık), 32 km tam teçhizatlı maraton koşusu dahil 12 dalda yapılan yarışmaların hepsinde birinci olup Dünya şampiyonluğu kazanmıştır. Bu başarısı sebebi ile TSK da hep saygı görmüştür.

    Özel Harp dairesinin vurucu TİM komutanı olarak görev yaptı, mesai sonrası tüm personel sosyal hayatları ve yakın çevreleri ile meşgul olurken O ekibiyle dağ bayır demeden saatlerce koşmaya devam eder hazırlık yapardı. en sık yaptığı şey gözden kaybolmak ve tekrar gerektiğinde görünmekti.

    Meslek hayatında direkt GKB’na bağlı olarak yurtiçi ve yurtdışı görevler icra etti. Terör örgütü PKK’nın çok baskın olduğu 90’larda Ankara Gölbaşı’nda Polis Özel Harekat Merkezini kurdu. Korkut Eken ile birlikte 28 bin Polise 6’şar aylık komando eğitimi vererek yetişmelerine sebep oldu. Daha sonra onlar ile birlikte Güneydoğuda PKK’ya ağır darbeler ve kayıplar verdi.

    TSK’ya bağlı Nahçıvan Harp Akademisini kurdu, Türki cumhuriyetlerin Subaylarına kurmaylık eğitimi verdi.

    Kardak krizinde, botlarla çıktığı seferle kayalıkları geri alan ekipteydi,

    Doğu Türkistanda Uygur kardeşlerimizin yanındaydı, adı İsyandı,

    Afganistada adı Kartaldı,

    Azerbaycan ordusunun kurulması ve Ermenilerle mücadelede ön saflardaydı, istihbaratta adı Hayaletti,

    Bosnada adı Kemal Korkmazoğlu oldu, Surp keskin nişancılarının korkulu rüyası oldu. Karnından ve omzundan yaralanmasına rağmen pes etmedi,

    Özbekistan kurucu lideri İsam Abduganievich Karimov ‘un oğlum diye hitap etti Oydu,

    Bosna’da hizmetleri ve azimi sayesinde bir askeri kışlaya Kaşif Kozanoğlu adı verildi,

    Özbekistan ve tüm Türki Cumhuriyetlerde FETÖ okullarının kapatılmasında yine en önemli etken Kaşif Kozinoğlu oldu,

    TBMM tarafından 3 kez üstün hizmet ödülüne layık görüldü,

    32 farklı Devlet Başkanından ayrıca ödül almıştır,

    Dönemin ABD Başkanı G. W. Bush Afganistanda El Kaide tarafından kaçırılan CIA yetkilisinin kurtarılması için Süleyman Demirelden yardım istemiş ve Sayın Demirelin talebi Kaşif Kozinoğlu’na iletilmiş ve o yetkili kurtarılmıştır. O CIA yetkilisi daha sonra CIA 2. Başkanı olmuş ve can borçlu olduğu Kaşif Kozinoğlu’na Türkiyeye gitmemesini öldürüleceğini söylemiştir.

    Eymür’ün MİT içerisinde düşmanca tutum aldığı sürekli suçladığı Senkal Atasagun ve Kaşif Kozinoğlu olmuştur. ABD’ye kaçtıktan sonra faaliyete geçirdiği ATIN sitesinde muhtemelen kendisin yazdığı ” MİT personelinden acı itiraflar” başlıklı mektupta Kaşif Kozinoğlun’dan ”Teşkilatın Yeşili” diye bahsetmiştir.

    10 Mart 2011 yılında kaçma şüphesi olduğu için Kaşif Kozinoğlu’nu tutuklayan yargıç Resul Çakır 16. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı iken Yargıtay üyeliğine seçilmiştir. Çakır 2016 yılında Türkiyeden kaçmıştır.

    10 Mart 2011 de avukatı ile birlikte Savcı Zekeriya Öz’e ifade veren Kaşif Kozinoğlu’nu en çok şaşırtan Savcının saçınız takmamı peruk mu diye sorması olmuştur. Şüphe üzerine sorulan ”kodlu” telefon görüşmeleri için görev icabı MİT personeli ile yapıldığını söylemiştir. Savcı Öz benlik bir şey yok ama yinede mahkemeye sevk edeyim hakim serbest bıraksın diyerek sevk işlemini yapmıştır. Sevk edildiği mahkemede tutuklanmıştır,

    Bu detaylı çalışma ve kaynakların araştırılmasından dolayı Fazlı Balcı beye teşekkür etmek isterim,

  • Özgür İrade ve Türk Kadını

    Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkına Erişmesini Sağlayan Yasal Düzenlemeler

    Kadınlar, 1580 sayılı 3 Nisan 1930 tarihli Belediye Kanunu‘nun kabulü ile birlikte kadınlar belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına kavuşmuştu.

    1930 yılında kabul edilen Belediye Kanunu’ndaki intihab (seçme, seçim) koşulları hakkındaki ilgili maddeler şu şekildeydi:

    1930 yılında belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı kazanan kadınlar, milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına ise 5 Aralık 1934’de Anayasa’da ve Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklikle kavuştu. Kadınların ilk kez oy kullanmasının ve aday olabilmesinin önünü açan 2599 sayılı 5 Aralık 1934 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununun 10 ve 11 inci Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun‘un ilgili maddeleri şu şekildeydi

    Aynı gün, 2598 sayılı İntihabı Mebusan Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine ve Kanuna Bir Madde İlâvesine Dair Kanun‘da da şu şekilde değişiklik yapılmıştı:

    Meclise Giren İlk Kadın Milletvekilleri

    Gerçek anlamda, Anayasa’da yapılan düzenleme ile birlikte, 1934 yılında seçme ve seçilebilme hakkına sahip olan kadınlar, ilk kez 1935 seçimlerine katılmış olup, TBMM’nin 5. döneminde 18 kadın parlamenter ile Meclis’te temsil edilmişlerdir. 1935 yılı seçim sonuçlarına göre, Meclis’e 17 kadın milletvekili girmiştir. 1936’da boşalan milletvekillikleri için yapılan ara seçimde Hatice Özgener Çankırı’dan milletvekili seçilmiş olup, böylece Meclis’teki kadın milletvekili sayısı 18 olmuştur.

    1935 seçimlerinde 17 vekil, 1936 yılındaki ara seçimlerde 1 vekille birlikte toplam 18 kadın vekilin 57 bölgeden toplam 3999 milletvekilinin yer aldığı meclise girmesiyle,  kadın vekil oranı % 4,5 olmuştur.

    Türkiye’nin ilk 18 kadın milletvekili listesi şu şekildedir:

    1. Mebrure Gönenç – İstanbul
    2. Hatı Çırpan – Ankara
    3. Türkan Örs Baştuğ – Antalya
    4. Sabiha Gökçül – Balıkesir
    5. Şekibe İnsel – Bursa
    6. Hatice Özgener – Çankırı
    7. Huriye Öniz – Diyarbakır
    8. Fatma Memik – Edirne
    9. Nakiye Elgün – Erzurum
    10. Fakiye Öymen – İstanbul
    11. Benal Nevzad İştar – İzmir
    12. Ferruh Güpgüp – Kayseri
    13. Bediz Morova Aydilek – Konya
    14. Mihri Pektaş – Malatya
    15. Meliha Ulaş – Samsun
    16. Esma Nayman – Seyhan
    17. Sabiha Görkey – Sivas
    18. Seniha Hızal – Trabzon

    Cumhuriyet’in ilk kadın milletvekilleri TBMM Albümünün içerisinde gösterilmiş ve kısa özgeçmişleri de bu kitap içerisinde yine belirtilmiştir.

    İlk Kadın Vekillerin Yahudi ve Rum Olduğu İddiası Asılsız ve Dayanaksız

    TBMM’ye giren ilk kadın milletvekillerinin Musevi ve Rum olduğuna yönelik herhangi bir delil bulunmamaktadır. Birçok kaynakta, bahsi geçen vekillerin Türk kökenli olduğuna dair atıflar yer almaktadır.

    Söz konusu 18 vekilden sadece Mebrûre Gönenç, Hatice Özgener, Huhriye Öniz, Benal Nevzat, Esma Nayman’ın Rumca bildiği özgeçmişlerinde aktarılmaktadır. Ancak bu vekillerin Rum kökenli olduğuna dair bir emare bulunmamaktadır.

    Mecliste yer alan azınlık ya da gayrimüslim milletvekilleri arasında yukarıda ismi sıralanan kadın vekillerin yer almadığı görülebilmektedir.

    Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesinden sonra gerçekleştirilen ilk seçimlerin akabinde TBMM’de sadece 5 gayrimüslim milletvekili yer almaktaydı.

    Dr. Ali Çakırbaş’ın “TBMM’de Gayrimüslim Milletvekilleri (1923-1964)” adlı kitabında bağımsızlara ayrılan kontenjandan TBMM’ye giren gayrimüslim temsilcileri şu şekilde sıralanmaktadır:

    • Ankara’dan Doktor Nikola Taptaş,
    • Afyon’dan eski Osmanlı Bankası Müdürlerinden Berç Keresteciyan,
    • Eskişehir’den Türk Ortodoks İstamat Zihni,
    • Niğde’den Doktor Abravaya Marmaralı,
    • Van’dan Münib Boya

    Ancak, aynı kitapta Münib Boya‘nın, her ne kadar Ermeni asıllı olsa da TBMM’ye Türk ve Müslüman olarak kabul edildiği aktarılmaktadır.

    Rıfat N. Bali, “Cumhuriyet Döneminde Azınlık Milletvekilleri” başlıklı çalışmasında 1935 yılında Mecliste sadece 4 azınlık vekilinin yer aldığını aktarmaktadır.

    Milletvekili Adı SoyadıMezhebiSeçildiği PartiGörev Yaptığı Dönem
    Berç Türker (Keresteci)ErmeniBağımsız1 Mart 1935 – 5 Ağustos 1946 (V, VI, VII dönem)
    Nikola TaptasRumBağımsız1 Mart 1935 – 8 Mart 1943 (V, VI dönem)
    Abravaya MarmaralıMuseviBağımsız1 Mart 1935 – 8 Mart 1943 (V, VI dönem)
    İstamat Zihni ÖzdamarTürk OrtodoksBağımsız1 Mart 1935 – 5 Ağustos 1946 (V, VI, VII dönem)

    KAYNAKÇA

    [1] https://twitter.com/fatihtezcan/status/1276385653207547911

    [2] TÜİK, Milletvekili Genel seçimleri, 1923-2011, Syf. X-XI

    [3] TBMM Albümü 1920-2010, 1. Cilt 1920-1950 Syf. 97-112

    [4] Türkiye’de İlk Kadın Milletvekilleri, Sibel Duruoğlu, Yüksek Lisans Tezi, Syf:67-110

    [5] Türk Parlementosundaki Kadın Milletvekilleri (1935-2007), Cemile Şahin, Doktora Tezi, 2010. Syf. 35

    [6] TBMM’de Bir Cumhuriyet Aydını: Dr. Fatma Memiki Savaş Sertel, 2015.

    [7] Osmanlı’dan Cumhuriyete Bir Eğitimci: Nakiye Elgüni, Arş Gör. Mustafa Özyürek, 2014

    [8] Türkiye’nin İlk Kadın Milletvekillerinden Benal Nevzat (İştar) Arıman, Selman Yaşar, 2010

    [9] Türk Kadınının Siyasete Giriş Süreci Ve İlk Kadın Saylav Mihri İffet Pektaş, Salhadin GÖK, Özlem KILINÇÇEKER, 2019, Sf. 58

    [10] https://www.5harfliler.com/malatya-mebusu-bayan-mihri-pektas/

    [11] Türkiye’nin İlk Kadın Milletvekillerinden Samsun Milletvekili Meliha Ulaş, Yrd. Doç. Dr. Mehmet AYDIN, 2014 Sf.16

    [12] TBMM’deki İlk Kadın Milletvekillerinden Esma Nayman Ve Meclisteki Faaliyetleri, Erdem Çanak, 2016, Sf. 33

    [13] https://islamansiklopedisi.org.tr/mustafa-naili-pasa

    [14] Basındaki Bilgiler Işığında İlk Kadın Milletvekillerimizden Trabzon Milletvekili Seniha Hızal Ve Meclisteki Faaliyetleri, Selman Yaşar, 2020, Sf. 351s

  • Biraz Ekonomi Biraz BİLGİ

    Enflasyon Nedir?

    Enflasyon, fiyatlar genel seviyesindeki sürekli gözlemlenen artıştır. Enflasyon sadece belli bir malın veya hizmetin fiyatının tek başına artması değil, fiyatların genel düzeyinin sürekli bir artış göstermesidir.

    Depresyon Nedir?

    Depresyon, uzun yıllar boyunca ülkede yüksek işsizlik yaşanmasına sebep olan geniş çaplı ekonomik çöküşü ifade eder.

    Deflasyon Nedir?

    Deflasyon, fiyatlar genel seviyesinde yaşanan sürekli düşüştür. Deflasyon, enflasyonun tersi durumu tanımlamaktadır.

    Dezenflasyon Nedir?

    Dezenflasyon, fiyat artış hızının azalması anlamına gelmektedir. Fiyat artış hızındaki yavaşlama süreci için kullanılmaktadır. Yüksek enflasyondan düşük enflasyona geçiş sırasında yaşanan düşen enflasyon sürecini ifade etmektedir.

    Dolarizasyon Nedir?

    Dolarizasyon, bir ülkenin kendi yerel para birimi yerine Amerikan dolarını kullanması durumunu ifade eder. Bu durum genellikle yerel para biriminin değer kaybetmesi sonucu ortaya çıkar.

    Devalüasyon Nedir?

    Devalüasyon, sabit kur rejiminde, ulusal paranın yabancı paralar karşısındaki değerinin azalmasını ifade eder.

    Hiperenflasyon Nedir?

    Hiperenflasyon, enflasyonun olağan dışı şekilde yüksek olduğu, aylık enflasyon oranının % 50’yi aştığı enflasyona denir.

    Shrinkflasyon Nedir?

    Shrinkflasyon, ürünlerin gramajlarının / ebatlarının düşürülmesi ile oluşturulan zımnî enflasyona verilen addır. Ürünü küçültüp fiyatı artmamış hissettirmenin yoludur.

    Skimpflasyon Nedir?

    Skimpflasyon, shrinkflation kavramının hizmetler sektörüne uygulaması için bir isimlendirme önerisidir. Skimpflation ise fiyat seviyesi aynı kalsa da firmalar tarafından sunulan ürün ya da hizmetlerin azalmasını tanımlıyor.

    Resesyon Nedir?

    Ekonomik büyümenin belirli bir süre negatif veya yavaş olduğu dönemler için kullanılan resesyon teriminin tanımı üzerinde net bir uzlaşı bulunmuyor.

    Stagnasyon Nedir?

    Stagnasyon, gayri safi millî hasıla hızının ortalamadan daha düşük bir hızda büyümesini niteler.

    Stagflasyon Nedir?

    Stagflasyon, bir ekonomide enflasyon ve işsizliğin (durgunluğun) aynı anda yaşanması durumudur.

    Slumpflasyon Nedir?

    Slumpflasyon, yüksek enflasyonla birlikte ekonomide reel küçülmenin gözlemlendiği durumu tanımlar.

    Revalüasyon Nedir?

    Ulusal paranın yabancı paralar karşısındaki değerinin artması anlamına gelir.

  • Kaşif Kozinoğlu,

    1955 yılında Trabzon‘da doğmuştur. Annesi Belgin Kozinoğlu’dur. Figen Bıçakçı adlı bir kız kardeşi vardır. 1976 yılında Kara Harp Okulu‘ndan teğmen olarak mezun oldu. Mezun olur olmaz Isparta, Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda komando kursu gördükten sonra 1980 yılına kadar burada görev yaptı.

    1980 yılında Özel Harp Dairesi‘nde göreve başladı. 1992 yılında Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldı. 1995 yılına kadar Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın istihbarat ve eğitim ile ilgili bölümlerinde görev yaptı. Özel Kuvvetlerin bir kolu olan kısa adı MAK olan Muharebe Arama Kurtarma Birliği’nin kurucuları arasında yer aldı.

    1995 yılında emekli olup MİT‘e girdi. Burada süreklindu. Suriye, Bosna-Hersek ve Afganistan bölgesinde görev yaptı. Asya bölgesinin tamamı sorumluluk alanında olduğu için Orta Asya’dan Çin‘e kadar gidip geldi. 2010 yılının Eylül ayında MİT müsteşarı Hakan Fidan‘ın talimatıyla Başmüşavir olarak Asya bölgesine atandı. Eylül ayından itibaren de 5 defa yurt dışı görevine gönderildi.

    Kaşif Kozinoğlu, 11 Ocak 2011 tarihinde yine görevli olarak yurt dışına gönderildi ve 9 Mart 2011 tarihinde görevden döndü. 10 Mart 2011 günü Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz‘e ifade verdikten sonra Ergenekon davası kapsamında ve ODA TV soruşturması kapsamında gizli devlet belgelerini sızdırdığı gerekçesiyle mahkeme tarafından tutuklanarak Silivri‘deki cezaevine konuldu.

    13 Kasım 2011 tarihinde Silivri Cezaevi’nde kaldığı odada fenalaştı. Yapılan tüm müdahalelere rağmen Kâşif Kozinoğlu, 13 Kasım 2011 tarihinde 56 yaşında iken İstanbul, Silivri Cezaevi’nde kalp krizinden vefat etti. Kâşif Kozinoğlu, ölmeseydi 22 Kasım 2011 tarihinde ilk duruşmasına çıkacak idi.

    Emekli Albay Hasan Atilla Uğur’un oğlu Oğuzhan Uğur, Odatv davasında yargılanırken, savunma yapamadan cezaevinde şüpheli şekilde hayatını kaybeden MİT Asya sorumlusu Kaşif Kozinoğlu’nun kendisine verdiği mektubu açıkladı.  

    Oğuzhan Uğur, “babala” adlı youtube kanalında, Kaşif Kozinoğlu’nun Bosna’daki daha önce gündeme gelmeyen gizli görevini anlattı. Kaşif Kozinoğlu’nun cezaevindeki koğuş arkadaşı, Oğuzhan Uğur’un babası Hasan Atilla Uğur’du.

    “Bosnalılar, Sırp sniperlar tarafından avlanıyorlar. Kim müsaade etti buna. O zamanın Cumhurbaşkanı rahmetli İzzetbegoviç, Türkiye’den yardım istiyor” diyen Uğur şunları söyledi:  

    “TÜRK SUBAYI KİM; KEMAL KAHRAMANOĞLU”

    “Türkiye göndersin tabi uçaklarını, tanklarını Sırpların üzerine öyle bir şey var mı? Begoviç çok akıllı bir adam, biliyor ki Türkiye uçak, tank göndermez, biz de snipera karşılık sniperla karşılık verelim, ama bölgede sniper yok, sniper eğitmek kolay mı? ‘Bizim de sniper timleri kurmamız lazım’ diyor ve Türkiye’den bu konuda yardım istiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti tabi ki buna kayıtsız kalmıyor. Kendini çeşitli görevlerde kanıtlamış kahraman bir Türk subayını görevlendiriyor. Türk subayı kim; Kemal Kahramanoğlu. Girip bakın Google’a, kesinlikle bulamayacaksınız. Çünkü onun gerçek adı Kaşif Kozinoğlu’ydu. MİT’in dış operasyonlar sorumlusu. Türkiye Cumhuriyeti onu uçakla Bosna yakınlarında bırakıyor paraşütle, o inip Bosna köylülerini bulup eğitmeye başlıyor.”  

    “YAŞANMIŞ ŞEYLER İYİ ANLATILIR UNUTMA!”

    Oğuzhan Uğur, “Kaşif Kozinoğlu, yaşadığı bu Bosna hikayesini kendi el yazısıyla kağıtlara yazıp bana teslim etti” diyerek şöyle devam etti:

    “28 Mayıs 2011’de, Silivri’de gece tam 01:30’da yazmış. Hayatın gerçeği şudur, güçlü olan zayıfı daima ezer. Adalet ise arada sırada da olsa tecelli eder. Amcan K.K. Yaşanmış şeyler iyi anlatılır unutma! Bir gün ölürsem eğer bunu sen anlatacaksın gelecek nesillere demişti. Allah geçinden versin canım, Kaşif Kozinoğlu, dağ gibi bir adam, ölürsen ne demek. Bunu bana verdikten kısa bir süre sonra rahmetli oldu.”

    Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar Tarafından Kolektif

    MİT Asya Bölgesi Başmüşaviri Kâsif Kozinoğlu’nun Ölümünden Kısa Süre Önce Aydınlık’a Gönderdiği El Yazıları, Tıpkıbasım… AKP’yi Kapatma Davası ve Serdar Özgüldür Olayı…Hikmet Yar-Tayyip Erdoğan İlişkisi ve Usame Bin Laden… “Bizi Hapsederken Mahvettikleri Yargı Bizim Yargımızdır”… Fethullah Gülen ve Okulları… Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ve Fethullah Gülen…Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün ABD ve İsrail İlişkileri… MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Yaptığı Atamalar ve Büyükanıt’ın Bildiği RTE Sırları… AKP, PKK ve Kürt Sorunu…AKP İktidarının İç ve Dış Politikada Geldiği Yer… “Öldürmek Dahil Her Şeyi Yaptırabilir”…Tayyip Erdogan’ın İsviçre’deki Gizli Hesapları ve Kılıçdaroğlu’nun BND Görüşmesi…Türkiye Cumhuriyeti Devletini AKP Nasıl Ele Geçirdi…(Tanıtım Bülteninden) Taşınabilir belge biçimi, Acrobat ürünleri için Adobe tarafından oluşturuldu. Bu biçim için yazılım desteği birçok cihazda mevcut olduğu zamanlarda bu çok popüler bir biçim-kitaptır. PDF okuyucu örnekleri kitap okumak için Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar Adobe Reader, Foxit Reader, Nitro PDF Reader, PDF-XChange Görüntüleyici, xPDF ve daha fazlası. Bunların çoğu ücretsiz. Akıllı telefonlarda küçük ekranları uyacak şekilde azaltılmış zaman bu biçimde bir dezavantajı PDF içeriği genellikle A4 veya mektup boyutuna ölçekli olmasıdır, bu okunamaz hale gelir. Önce PDF elektronik ortamda kitap Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar okumak için tasarlanmıştır. Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar. PDF görmek için bir çok program ve ücretsiz resmi program Adobe Reader vardır. Modern profesyonel baskı ekipmanları Önemli sayıda mümkün herhangi bir yazılım kullanmadan bu biçimde kitabı Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar okumayı kolaylaştırır PDF biçiminde, donanım desteği vardır. PDF bir kitap oluşturmak için geleneksel bir yol Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar sanal yazıcı, yani kendisi uzman programında hazırlanan belgedir – grafik programı veya metin editörü, CAD, vb, sonra ihraç kitap formatında elektronik ortamda dağıtımı için PDF Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar, vb basın aktarmak PDF, 1 Temmuz 2008 tarihi itibariyle açık ISO 32000 standardıdır. PDF formatındaki Kitap Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar (metin satır satır), vektör ve raster eklemeleri gerekli formlar ve multimedya kaynakları eklemenize olanak verir. PDF kitap Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar korumak ve imzaları doğrulamak için elektronik belgeler için bir mekanizma içermektedir. 

    KAŞİF KOZİNOĞLU KİMDİR?

    Kaşif Kozinoğlu, 1955 yılında Trabzon‘da doğmuştur. Annesi Belgin Kozinoğlu’dur. Figen Bıçakçı adlı bir kız kardeşi vardır. 1976 yılında Kara Harp Okulu‘ndan teğmen olarak mezun oldu. Mezun olur olmaz Isparta, Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda komando ursu gördükten sonra 1980 yılına kadar burada görev yaptı. 1980 yılında Özel Harp Dairesi‘nde göreve başladı. 1992 yılında Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldı. 1995 yılına kadar Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın istihbarat ve eğitim ile ilgili bölümlerinde görev yaptı. Özel Kuvvetlerin bir kolu olan kısa adı MAK olan Muharebe Arama Kurtarma Birliği’nin kurucuları arasında yer aldı. 1995 yılında emekli olup MİT‘e girdi. Suriye, Bosna-Hersek ve Afganistan bölgesinde görev yaptı. Asya bölgesinin tamamı sorumluluk alanında olduğu için Orta Asya’dan Çin‘e kadar gidip geldi. 2010 yılının Eylül ayında MİT müsteşarı Hakan Fidan‘ın talimatıyla Başmüşavir olarak Asya bölgesine atandı. Eylül ayından itibaren de 5 defa yurt dışı görevine gönderildi. Kaşif Kozinoğlu, 11 Ocak 2011 tarihinde yine görevli olarak yurt dışına gönderildi ve 9 Mart 2011 tarihinde görevden döndü. 10 Mart 2011 günü Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz‘e ifade verdikten sonra Ergenekon davası kapsamında ve ODA TV soruşturması kapsamında gizli devlet belgelerini sızdırdığı gerekçesiyle mahkeme tarafından tutuklanarak Silivri‘deki cezaevine konuldu. 3 Kasım 2011 tarihinde Silivri Cezaevi’nde kaldığı odada fenalaştı. Yapılan tüm müdahalelere rağmen Kâşif Kozinoğlu, 13 Kasım 2011 tarihinde 56 yaşında iken İstanbul, Silivri Cezaevi’nde kalp krizinden vefat etti. Kâşif Kozinoğlu, ölmeseydi 22 Kasım 2011 tarihinde ilk duruşmasına çıkacak idi.

    Kaşif Kozinoğlu, Yeşim Kozinoğlu ile evli idi. Özel Kozinoğlu adında bir oğlu vardır. Aliya İzzetbegoviç Bosna savaşı döneminde asker eğitimi için Türkiye’den komutan ister. Türkiye en önemli savaşçı komutanı Kaşif Kozinoğlu’nu uçakla Bosna’ya bırakır. Paraşütle inip Bosna’da askeri eğitime başlar. Sırp askerlerini yok ederler. Kaşif Kozinoğlu Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli komutan ve MİT’çidir. Lakabı “hayalet” idi. Azerbaycan’a da gönderildi. Orada askerleri eğitip Ermenistan’a karşı savaştı. Azerbaycan’daki kod adı “Köroğlu” idi. Engin Alan Paşa da Azerbaycan’da aynı görevde bulundu. Kaşif Kozinoğlu’nun yüzünü gösteren temiz bir fotoğraf bile yoktu.Kâşif Kozinoğlu, Teşkilat-ı Mahsusa’nın efsane ismi Kuşçubaşı Eşref’i aratmayacak kadar yetenekli bir istihbarat subayıdır. Kod adı Hayalet’tir. Herkesi hayran bırakacak kadar da keskin nişancıdır. Aliya İzzetbegoviç, Sırp keskin nişancılarla başa çıkamıyordu. Türkiye’den yardım istedi. Hayalet Bosna’ya gönderildi. Sırp keskin nişancılar neye uğradığını şaşırdı. Kozinoğlu Bosna’da kurşun yedi yaralandı. Ama Bosna’yı korudu. Bir birliğe Kaşif Kozinoğlu adı verilecekti. Sovyet Rusya 1990’da dağılınca Türkmen ülkeler bağımsızlık ilan eder. Rusya ve Ermeniler Azerbaycan’a saldırır. Katliam yapar. Türkiye Kaşif Kozinoğlu’nun olduğu 12 kişilik ekibi savaş için Azerbaycan’a gönderir. Askeri birlik kurulup egitilir ve Ermeni ve Rusla savaşılır. Ekibin içinde Levent Göktaş Paşa da vardır. Levent Göktaş ise tam bir savaş uzmanıdır. Arkadaşları “Levent’i 500 PKK’lı arasına bırakın sağ çıkar” demişti. Aynı ekibin içinde Kıbrıs’ta Rumlara karşı savaşmış Engin Alan Paşa da vardı. Denetim, koordine ve egitimden sorumluydu. Levent Göktaş Türk Silahlı Kuvvetleri’nde 3 adet üstün cesaret ve feragat madalyasına sahip olan tek kişidir. Onlarca kez pusuya düşürülmesine rağmen hepsinden sağ çıkmayı başarmıştır. Bu askerler bir gün Azerbaycan, birgün Kıbrıs, birgün Bosna, birgün Kuzey Irak’ta idi. Kozinoğlu 1995’te orduyu bırakıp MİT’e alındı. MİT’in Afganistan ve Çin’i de içine alan Asya Bölgesi sorumlusuydu. MİT’te hayalet olarak adlandırılıyordu. MİT’in Asya’dan sorumlu Dış Operasyonlar Daire Başkan Yardımcısıydı. Doğu Türkistanlıları da Çin’e karşı örgütledi eğitti. Görevi bırakmak istemişti. Ancak MİT’in yeni müsteşarı Hakan Fidan bunu kabul etmedi: “Sen bize Orta Asya’da çok lazımsın” diyordu. 2010’da Asya bölgesine Başmüşavir olarak atandı. Hakan Fidan ile ilişkisi devlet sırrıdır. FETÖ ikisini de yok etmek istedi. Hayatı vatanı korumakla geçmiş Engin Alan Paşa ve Levent Göktaş Paşa da Balyoz-Ergenekon’dan tutuklandı. Aylarca hapis yattılar. Kozinoğlu’nun dedikleri çıkmıştı. FETÖ, Tayyib Bey’i de hedef aldı kumpas kurdu. Hakan Fidan’a da. Kaşif Kozinoğlu öldükten sonra vucudunda eskiden kalma kurşun izleri görüldü. Ailesi “Kurşun yaraları Bosna ve Asya’daki savaşlardan kalma” dedi. Bu adamlar esaslı adamlar. Reklam, gösteriş yoktu. Amerika FETÖ eliyle bu insanları yok etmek istedi. Engin Alan Paşa hapisten çıkıp yurtdışına çıkma yasağı kalktığında “Yurtdışına ilk nereye gitmek istersiniz?” diye soruyorlar. Cevap “İlk fırsatta Azerbaycan’a gitmek istiyorum. Burnumda tütüyor” diyor. Aklı orada. FETÖ’cü alçaklar ise ABD’ye, Ermenistan’a, Avrupa’ya kaçtı. 

    Kaynak: biyografinettr, haberturk , Milliyet, Sabah, Sözcü woldpress, eksisözlük

  • BESMELE-İ ŞERÎFENİN FAZÎLETİ

    Her Müslümanın hayırlı işlerin başında: “Bismillâhirrahmânirrahîm”, sonunda da “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” demeye dilini alıştırması lâzımdır. Böylece kalbindeki îmânın lezzetini bulur, işlediği her işin hayır ve bereketini görür. Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurmuşlardır ki:

    “Bismillâhirrahmânirrahîm ile başlanmayan her (meşrû ve mübah) iş bereketsizdir.”

    “Besmele ile başlanılan hiçbir duâ reddolunmaz.”

    “Bir sıkıntıya düştüğün zaman: ‘Bismillâhirrahmânirrahîm, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm’ de. Muhakkak ki Allâhü Teâlâ bu duâ sebebiyle, dilediği belâları bertaraf eder.”

    “Üzerinde besmele-i şerîfe yazılmış olan bir kâğıdı, besmeleye ve Cenâb-ı Hakk’ın ismine ta’zîm ve hürmet ederek kirlenmemesi için yerden kaldıran kimse, Allâhü Teâlâ katında sıddîklardan yazılır…” (Burhânü’l-Müttakîn, Kırk Hadîs Şerhi)

    Ebû Hüreyre (radıyallâhü anh) buyurdular ki:

    Biri mü’mine, diğeri de kâfire musallat kılınmış iki şeytan yolda karşılaştılar. Kâfirin şeytanı semizdi, saçı başı düzgün ve gösterişli elbiseler giyinmiş idi. Mü’minin şeytanı ise zayıftı, saçı başı dağınık, pis ve çıplak bir halde idi. Kâfirin şeytanı: “Niçin bu haldesin?” diye sordu, öteki:

    “Benim musallat olduğum zât bir şey yiyeceği zaman besmele çeker, ben aç kalırım. Bir şey içeceğinde besmele çeker, susuz kalırım. Temizlenip saçını başını düzelttiğinde besmele çeker, ben böyle saçım başım dağınık perişan halde kalırım. Elbise giyeceğinde besmele çeker, ben çıplak kalırım.” dedi.

    Kâfirin şeytanı dedi ki: “Benim musallat olduğum adam ise senin dediklerinin hiçbirini yapmaz. Ben de onun yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine hep ortak olurum.” (Mevâhibü Ledüniyye, Beycûrî)